Ak parti kuruluşunun 19. , kesintisiz iktidarının ise 18. yılını kutluyor. Ülkemiz Demokrat Partinin 1950 zaferinden bu yana “halkın büyük çoğunluğunu temsil eden” bir iktidarı ancak Ak Parti’nin kurulmasıyla yaşadı. 2002’de yüzde 34 olan desteğini Cumhurbaşkanımız son seçimde yüzde 52’lere taşıdı. Bu durum bile yıllar içerisinde azalan değil, artarak süren bir desteğin olduğunu gösteriyor. Sosyal medya bozguncuları, siyaset cambazları, yorumcu adıyla ekranlara sökün eden zevat ne derse desin, rakamlar gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Halkımızın devlete olan güveninin artması, darbelerle maruf TSK’yı artık bütünüyle bağrına basması sadece toplumun özgüvenini arttırmadı; aynı zamanda Türk Devleti’ni de son “iki asır boyunca ilk defa” bu kadar güçlü kıldı. Tüm  bu büyük değişimin mimarı şüphesiz Cumhurbaşkanımız Erdoğan‘dır. Bu yolda en büyük destekçisi ise önce millet, sonra ise son beş yıldır güçlü bir şekilde yanında duran Devlet Bahçeli‘dir.

GİDENLER ZAYIFLATMADI AKSİNE GÜÇLENDİRDİ

Ak Parti, “devleti prangalarından kurtararak güçlendirmek ve milletiyle bütünleştirmek” şeklinde özetlenebilecek temel misyonunu gerçekleştirirken kadrolarından çok sayıda kişiyle yollarını ayırdı. 367 garabetinde vesayetçilerin safına geçen Erkan Mumcu; partide dört dönem milletvekilliği, hatta genel başkan yardımcılığı yapan Dengir Mir Mehmet Fırat; Dışişleri eski Bakanı Yaşar Yakış bunlardan sadece bir kaçı.

Kimisi FETÖ’yle mücadeleyi içine sindiremediği, kimisi Kürtçü görüşlerine partide karşılık bulamadığı, kimisi ise küresel güçlerle kurduğu güçlü ilişkileri yüzünden bu yolda yürümek istemediler. Bu ayrılışlar partiyi zayıflattı mı, yoksa güçlendirdi mi? Rakamlar ve “gidenlerin akıbetleri” sanırım en güzel cevaptır.

Ak Parti kurulduğunda Türkiye’de siyaset kurumu çökmüş ve devlete olan güven yok olmuştu. Doğal olarak parti, farklı eğilimlerin kendi ideolojik bagajlarıyla geldiği bir yerdi. Süreç tüm bu bagajları, “güçlü devlet, sağlam ordu ve saygın millet” potasında eritti. Bagajlarını bırakmak istemeyenler ise partiyi terk etti.

Gezi eylemleri sonrasında AB’ci liberaller, insan hakları kavramını “bölünmek” şeklinde istismar edenler dökülürken; 15 Temmuz sonrasında ise ABD ile “efendi-köle” ilişkisinden kurtulamayanlar partiyi terk ettiler. Soruyu tekrarlayalım: Bu kopuşlar zayıflattı mı, güçlendirdi mi? Cevap ortada.

SON KOZLARI: DİN VE AİLE

Cerahatin temizlenmesi nasıl yarayı tedavide önemli ise, siyasetteki marazların ayıklanması da benzer etkiyi gösterir. Cumhur İttifakı’nın zaafa uğraması için bu kopuşlara bel bağlayanlar istedikleri sonuca ulaşamadıklarını görünce asıl darbe vuracaklarını düşündükleri silahlarını piyasaya sürdüler: Din kılıfında muhalefet.

Üç beş müridinden başka etki alanı olmayan bir din bezirganının pandemi döneminde toplu namaz kılma teşebbüsü ve ardından polisle yaşadığı cedelleşme bu hamlelerden birisiydi. Kadın karşıtı söylemleri ve sürekli “cinsel yaşam” konulu vaazlarıyla kimi din adamları da bu sürece bilerek ya da bilmeyerek katkı sunmayı sürdürüyorlar.

İstanbul Sözleşmesi etrafında köpürtülen tartışma da, konunun gerçek mağdurlarının seslerini duyuramayacak ölçüde bu gruplar tarafından istismar edildi. Zaten iktidarı “kadın karşıtlığı ve insan hakları” bağlamında güçsüzleştirmek için tetikte bekleyen seküler çevreler de mal bulmuş mağribi gibi sahaya atıldılar.

İŞTE SAMİMİYET TESTİ

Aile, namus, kadın hakları konusunu istismar edenlerin gerçekte böyle bir dertleri yok. Olsaydı, başörtüsü sebebiyle kadınların kamusal yaşamdan atılmaları; gizli evlilikler yüzünden yıkılan aileler, gizlenen nikahlar yüzünden öz kardeşlerini tanımayan çocukların varlığı ve nesil emniyetinin tehdit edilmesi; İslam karşıtı-ilkel anlayışların tezahürü olan kadın cinayetleri ve çocuk yaşta yapılan evliliklerin açtığı yaralar konusunda dişe dokunur birkaç kelam ederlerdi.

Tüm bu tartışmalar sonrasında Cumhurbaşkanımızın “kadın haklarına ve aile kurumuna sahip çıkan” açıklamalarının, iddia edilenin aksine hem Ak Parti’yi hem de Cumhur İttifakını güçlendireceğini hep birlikte yaşayarak göreceğiz.

Çünkü, toplumumuzu iki asırdır cendere içinde tutan vesayet odaklarıyla mücadele nasıl önemliyse, arkaik düşüncelerini din kılıfıyla pazarlayan istismarcılarla mücadele de o kadar önemli.