Bir taraftan virüsle savaşırken diğer taraftan sosyal hastalıklarımız depreşmeye başladı. Sınıfı, katmanı olmayan, bu dünyanın en hoşgörülü milletini zorla kategorilere ayırmak isteyen ucuz kafalar çok yoğun bir şekilde çalışmalarını sürdürüyor. Batıda da bile terk edilen sınıf ayrımlı hastalıklı yaklaşımlar,  kendisini sözde aydın, elit tabaka olarak gören bir zümre tarafından sürekli gündemde tutuluyor.

Toplum mühendisliği yaparak topluma dayatılan suni ve yabanî değerler yüzünden milletimiz inanılmaz acılar çekti. Dünyanın en köklü milleti olan Türkler, kültüründen uzaklaştırılmaya çalıştırılarak batılı olmaya zorlandı. Diğer taraftan 1000 yıldan fazla bir zamandır Müslüman olan, İslam medeniyetiyle etle kemik gibi bütünleşen milletimizi “gâvurlaştırma” çabaları hiç eksik olmadı.

Milletin kültür ve medeniyetiyle savaşmanın hiçbir zaman sonuç vermeyeceğini bir türlü anlamayan, anlamak istemeyen bu eski tüfekler, kaybedilmiş cephede nöbeti bırakmamakta ısrar ediyorlar. Değerler üzerinden yapılan bu savaşların bitmesi gerekirdi. Ancak dayatmacı zihniyetin temsilcileri bu defa azınlık psikolojisi ile mağdur edildiklerini haykırıyorlar. Eski günlerini hatırlayarak köhnemiş zihniyetli eski tüfekleri tekrar göreve çağırıyorlar.

Yeter artık! Millet bu lüzumsuz, anlamsız tartışmalardan bıktı. Milletin değerlerine saldırmakta ısrar edenlere, “bunu niye yapıyorsunuz bu işleri yapanlar bu milletin düşmanlarıdır” denildiğinde “kim bizim vatan ve millet sevgimizi ölçebilir. Biz öz be öz bu milletin kendisiyiz.” diyerek tepki gösteriyorlar. Tepkileri hakikaten haklı. Çünkü sözün başında bu toplumda sınıf ayrımı olmadığını söylemiştim. O nedenle bu hastalıklı ruhlar aslında kendi tarihlerine, ailelerine karşı savaş açmış oluyorlar. Sıkıştıklarında kendilerine gelmiş gibi davranıyorlar, ancak daha sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi kaldıkları yerden eylemlerine devam ediyorlar.

Son günlerde artık unutmaya çalıştığımız, acısı hâlâ hafızalarımızda diri duran başörtüsü tartışmasını başlatmak ya da denemek akıl alır bir iş değildir. İnsanları, sadece şekilleri ile değerlendirmek ne kadar ilkel bir yaklaşımdır. Milletimizin tarihi, medeniyeti ve inançlarıyla savaşmak her zaman hüsranla sonuçlanmıştır.

Yine benzer bir tartışma da Boğaziçi Üniversitesi rektör atamasında yaşanıyor. Rektörün eskiden siyasetle uğraşması gündemin ön sıralarına çıkarılarak “kayyum” tanımlaması yapılması hilkat garibesi bir iştir. Çünkü akademik kadroların siyasi hak ve özgürlükleri anayasa tarafından teminat altına alınmıştır.  Bu apaçık bilindiği halde, istismar ve görmezden gelinerek, bunun üzerinden kalkışma provalarını sergilemek aynı hastalıklı zihniyetin ve uzantılarının işidir. Prof. Dr. Melih Bulu’nun akademik kariyerine bakmıyorlar. Akademide ve özel sektörde yaptığı başarılı çalışmalarına odaklanmıyorlar. Yüksek lisans ve doktorasını da Boğaziçi Üniversitesi’nde yapmasıyla da ilgilenmiyorlar. Onların derdi “fitne” çıkarmak.

Prof. Dr. Melih Bulu Hoca tartışmalara aldırmadan işine bakmalıdır. Bazı kurumları kendilerinin kaleleri olarak görenlerin bu ayrımcı tutumuna verilecek en güzel cevap bu kurumu daha üst seviyelere taşımakla olacaktır. Yıllardır üniversite- sanayi işbirliğini gerçekleştirmek için yapılan çabaların istenen düzeyde olmadığını biliyoruz. Melih Hoca akademide ve özel sektör tecrübelerini meczederek bir başarı hikâyesi ortaya çıkarabilir.

Bölücü, ayrımcı ve ayrılıkçı söylemleri bir kenara bırakarak hep beraber milletimizin ve insanlığın iyiliği için çalışalım. Türkiye’nin de dünyanın da beklediği doğru davranış budur. Unutmayalım fitne ateşi de veba gibi, virüs gibi bumerang gibi sahibini de vurur.