Sabır, vicdanı rahat olanlara yaşama sevinci sunar. Kötü şartlarda, olumsuzluklarda metanetli ve sakin oluşa yönlendirir insanı.

İnsanların makam mevki için sevildiği, zenginlerin düğününe çelenklerin, çiçeklerin yağdığı, fakirin evininin sadece fitre ve zekât parası için ziyaret edildiği bir dünyadayız. Bencil, vurdumduymaz, kendinden başkasını düşünmeyen, özündeki iyiliğe tezat hayatlar oluşturuyor metropolün simasını. Kirli dünyanın karşısında dimdik durmak faziletli yaşamdan taviz vermemek için, sabır sanatı ile taçlanmalı insan.

Sabır yolculuğuna çıktığında tanırsın insanları. Bu meşakkatli yolda bazen yağmurda ıslanışı paylaşırsın, bazen de sessizliği. Sabrın yoldaşı bir yudum kahve yani vefalı dostlardır. Vefa da şiir gibidir. Seni ayak basmadığın memleketlere sırdaş kılar. Sabır ne kadar zahmetli duyguysa, vefa o kadar köklü olur. Gerçek sabır nedir biliyor musunuz; insanın kendi ölümüne inanması… 17. yüzyıl şairi John Milton, Paradise Lost (Kayıp Cennet) adlı kitabında “Soldun ve ölüme yaklaştın? Yasağı nasıl ihlal ettin” derken neye hakim olduğunu bilmesine rağmen kendi kafa karışıklığını sorguluyordu. Milton, hapiste görmeyen gözlerine rağmen sabrı elinden bırakmayan bir yazar. Azmi, ürpertici… Dehşet bir iç dünya! Körlüğü kelimelerle irtibatına engel olamıyor. Bazen bitiş noktalarımız olur; savrulma adını verdiğimiz duygu çalkalanmaları da nihayete erer. Elimizi uzattığımız her şey bizden uzaklaşır. “Kötüler etrafımı kapladı, yalnızım hatta gücüm yok” demeye başlarız. Azim, alın terinden vazgeçmeyenlerin ödülüdür. Göz kapaklarımız isyan ritmine eşlik ederken boşluğa düşer gibi oluruz. Ne çok tükenme hevesliyiz öyle! Beethoven, zalim bir baba, yoksulluk ve kulaklarındaki problemlerle savaşırken müzikle bağını koparmayan bir sanatçı. Acılar davetkârdı ama o çaresizliğe teslim olmadı. Duyma yeteneğini kaybettiğinde 9. Senfoni’yi besteleyen Beethoven, sabır ve aşkı birleştirmiştir. Büyük başarıların arka perdesi üzüntü, ıstırap ve çile…

Duyguların benliğimizi silmesine seyirci kalamayız. Boğuluyor gibi olmak, nefes alamamak maddeci zihniyete yenilmektir. Her şeyden, herkesten soyutlamak ister insan kendini. “Karşı kıyıdan gökyüzüne henüz tırmanmış dolunayın, nehir şarıltısının ve bazen hendeğe düşen bir şeftalinin yerde ezilme sesinin eşlik ettiği yalnızlık” diyen Cortazar’ın, tabiatın gücüne atfettiği yalnızlık, duygusal dünyanın öznesi. Arjantin’i romancı ve öykücü Cortazar’ın eserlerini okurken ters köşe olmamak imkânsız. Yarada savunmasız, acıda telaşlı, fikirde kendi olabilen bir yazar o…

Eşref-i mahlûkattır insan. Zarif, naif, tevazu hiçbir canlıyı kırmak istemeyen onarıcı ve yardımsever. Beton duvarlar erdemli ahlakı yavaş yavaş tüketti. Şimdi insan akıl nimetini çiğneyip, kendini anda oyalamakta birinci. Dünyadan ayrılmayacakmış gibi de dünya sarhoşu. Düşünceleri, tutarsız hisleriyle körelten. Fikir üretemeyen, çıkarları için hazır düzene ayak uyduran. Tembel ve tutarsız. İnsan kendine inandığında, başarır. Güzel ahlak, dini yaşam, toplum kurallarını benimseme insanlık bunlara tutunuşuyla ayakta kalır.

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Mehmet Emin Yurdakul:

“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et/Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet/Sevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk gibidir.”