Neredeyse bütün kavgaları tetikleyen üç temel kötü haslet vardır: Nefret, kıskançlık ve küçümseme…

Çok garip gelebilir bu denklik ama korkuların da üç temeli vardır: Yokluk, hastalık ve zorbaların zorbalık yapma ihtimali…

İnsana verilmiş olan en büyük nimetlerden biri olan “ileriyi görme” yeteneği, herkeste aynı sonucu vermez ne yazık ki…

Eğer öngörü doğru, sindirilmiş ve erdemle yüceltilmiş bir ilimle gerçekleşmiyorsa insan için ürkütücü sonuçlara da açıktır…

Tıpkı “umut” gibi “korku”nun yönü de gelecek bekleyişine çevrilidir…

O yüzden yaşanan korkuların çoğu bugüne/şimdiye ait değildir; tıpkı umutların bugüne/şimdiye ait olmaması gibi…

Yarının/yarınların korkusunu bugünden yaşamak, ruhlarımız için ne büyük bir esaret…

Yukarıda saydığım şeylere dair tahminler, akılla düzene sokulamadığında derin endişelerin birer kaynağı olup çıkıveriyorlar insanların karşısına…

Çünkü önceki kuşakların tecrübelerine kulak astığımızda, daha önceki nefretlerin, kıskançlıkların, küçümsemelerin nelere yol açtığını biliyor olmak, onların bizim için de gelecekte de neler yapabileceğine dair bir öngörü sunuyor…

Hakeza yokluğun, hastalığın ve zorbaların zorbalıklarının da zihinsel karşılığı var, geçmişe dayanan…

Bu sebeple korku ve umut arasında benzeşen bir yön vardır; ikisi de kararsızdır ve ikisi de olup-olmama arasına sıkışmış bir endişe taşırlar ruhlarında…

İşte bu yüzden geleceği bugünden satın almak isteyen, yüzü geleceğe dönük herkesin, öncelikle dingin bugüne ve erdemli bir ruha ihtiyacı vardır…

Aksi halde, seküler ve her şeyi tüketmeye odaklanan bir ruh, bu dalgalı denizle baş edemez; edemiyor da zaten…

“Yarının açlığını bugünden yaşayan bir mide” endişeyle beklediği yarını -kendince- “emniyette” olmak için gözünü başkasına ait olana diker ve kavgayı başlatmış olur…

“Başkası için yaşayan, kendisi için yaşar” sözü aslında ne kadar da büyük bir erdeme işaret ediyor…

Paylaşmayı bilmeyen birisi, yemesini de bilmiyordur aslında; lezzetin merkezinden bihaber olarak…

Umut varsa korku da vardır demek istiyorum; kast-ı diğer olarak…

Allah da insanın yerini “korku ve umut” arasına koymuştur zira…

Korku ile umut arası sadece endişeye açılmaz; insana dinamizmini veren, onu gevşemeye karşı koruyan önemli bir ikametgâhtır aynı zamanda…

İnsan için en emniyetli yer de kuşkusuz burasıdır; dümenine hâkim bir gemideyseniz eğer…

Kapısı ihtimallere de açılan bu ikametgâh, iyi olduğuna inandığımız her türlü umudun/hayalin peşinden koşmanın dinamosudur adeta…

İki kıskançlık ya da iki nefret arasında kalmak yok edebilir; ama korku ile umut arası, imanlı ve tatminkar/kanaatkar her yüreği mutlaka yücelterek yaşatır…

“Verilebilen şey, alınabilir de!” gerçeğinden sapan benlikler, yeryüzünü her gün biraz daha acınacak hale getirmeye çalışıyorlar; sanki bir kere elde ettiklerinde bir daha kaybetmeyeceklermiş gibi…

Dingin bir akıl bugününe hâkimdir ama oraya “çakılı” değildir; geçmişten ibret alır ve geleceğini ona göre planlar…

Bencil ve tedirgin bir akla ise hem geçmiş hem de gelecek işkence eder; vakti gelmemiş, belki de hiç gelmeyecek acıları gününden önce tattırırlar ona…

Cahil ve bencil bir aklı besleyen mide öğüt dilemez ve sahibini fırtınalı denize sürükler; o da sürüklenir gafletle, her şeyini kaybetme pahasına…

Oysa “Hiç kimse eşyalarıyla birlikte kurtulmaz deniz kazasından…”

İşte bu hakikate bile kördür egoistin egosu; bu yüzden çıkarlar kavgası “körlerin kavgası”dır…

Müzmin bir körlükle cereyan eden çıkar kavgası, her iki tarafın da “bu benim” iddiasına dayanır…

Kavgayı bitirecek olansa, neyin ve hangi ölçülerde kendisine verili olduğunu bilen bir akıldır…