Abla çok korkuyorum… Elimi tutar mısın?

Abi sen gitme…

Köfte ayran istiyorum…

Yukarıdaki cümleler depremden sağ çıkarılan İnci’nin, Elif’in, Ayda’nın yüreklerimize su serpen ifadeleri. Cümleler çok sade ve basit ama bir o kadar derin ve yürekten gelen sözler. Hepimize acı ve buruk bir hüzün veren müjdeli cümleler. İnsan olduğumuzun, birbirimize muhtaç olduğumuzun altını çizen cümleler.

Rahmetli olanlar acımızı derinleştirirken, kurtulanlarla mutlu olduk. Burası hüzünle sevincin aynı tabloya sığdığı yer. Kurtarma ekiplerinin hâletirûhiyyesini tanımlamak çok zor; vefat edenlerin acısına, kurtulanların sevincine aynı gözyaşıyla ağlamak ne zor durumdur, yâ Rabbi.

Bu büyük acı karşısında millet olarak kenetlendik, nefesimizi tutarak kurtulacak bir canın sesini duymayı bekledik. Ancak toplumun önünde dolaşan kendine politikacı veya gazeteci diyen küçük bir azınlık bu acıdan bile suçlayıcı, ötekileştirici sonuçlar çıkarmayı başardılar. Yapmayın Allah aşkına! Şu hastalıklı habis ruhunuzu böyle bir konuda kontrol altına alın. Kahrolası nefretinizi içinize gömün.

Deprem bölgesinde Türkiye’nin her yerinden gelmiş resmi ve gönüllü kurtarma ekipleri canla başla çalıştılar. Allah onlardan razı olsun. Genel görüntüde yuvalarına koşan karıncalar ya da peteklerine bal taşıyan arılar gibi yoğun bir çaba içerisinde oldular. Büyük fedakârlık gözlerimizi yaşarttı. Bina yıkıntılarının üzerinde kırmızı renkli kıyafetli, canla başla çalışan insanlar birlik ve beraberliğimizin teminatı oldular. İçimizin daraldığı, sıkıntılı günlerden geçtiğimiz bu zamanlarda umudumuzu artırdılar. Hepimize şu mesajı verdiler; “bir gün başınıza bir felaket gelirse biz sizin yanınızda olacağız.”

İzmir’deki depremde 100’den fazla can kaybettik. Yüzlerce yaralımız var. Bu sonuçtan toplum olarak hepimiz sorumluyuz. Çürük binalardan şehirlere neresinden tutsak elimizde kalıyor. Müteahhitlerden belediyelere, hükümetlerden yasalar yapan çeşitli dönem meclislerine kadar hepimiz görevimizi zamanında yapmadığımız için hayıflanabiliriz. Önlerine sıfatlar koyarak suçlamaya çalıştıklarımız kadar biz de suçluyuz. Başkaları üzerinden hayatı düzeltme hastalığından bir türlü kurtulamıyoruz. O yüzden de acıların sonucundan ders çıkaramıyoruz, başkalarını suçlayarak vicdanımızı rahatlattığımızı sanıyoruz.

Hataları taammüden yapıyor, göz göre göre cinayet işliyoruz. Kamunun arazilerine musallat oluyoruz. Bataklığa bina yapıyoruz. İnşaat malzemesinden çalıyoruz. Ucuz olsun diye deniz kumu kullanıyoruz. Yanlış ve eksik yapılan evlere iskân veriyoruz. Bir iki metre yer kazanacağım diye kolonları kesiyoruz. Bütün bu suçların bedelini canlarımızla ödüyoruz. Çok temiz insanlar gibi başkalarını suçlayarak kendimizin masum olduğunu anlatıyoruz. Gerçekçi olup bu ikiyüzlülükten, çok yüzlülükten vazgeçelim artık!

Tedbirleri aldıktan sonra başımıza gelenlere kaza diyerek sabredelim. Büyük felaketleri çok kısa zamanda unuttuğumuzdan şikâyet ediyoruz. Elbette ders alıp gereğini yaptıktan sonra ancak unutabiliriz. İnsan sürekli acıyla yaşayamaz, Mevla’nın verdiği en büyük nimetlerden bir tanesi de unutmaktır. Ancak toplumsal hafızamızı diri tutmak zorundayız.

Depremle yerle bir olmuş binaların üzerinde tek renk “kırmızı adamlara” muhtaç olmamak için düzgün çalışan kurumlara ve kurallara ihtiyacımız var. Yaşanabilir şehirleri kurmanın şartı budur.