Tarih kendi süzgecinde eleyerek inceltmiş, damıtmıştır bazı döngülü hakikatleri…

Fakat insanın “muhteris” tarafı, nesiller değiştikçe aynı hakikati, farklı bir şey yaşıyorlarmış gibi tekrar tekrar hep önlerine getirip durmaya devam eder…

İbn Haldun’un nazariyesi, her göçebenin şehirlileştiğinde neye ve nasıl dönüşeceğini çok güçlü delillerle ortaya koyar…

Malik Bin Nebi de, medeniyet döngüsünün evrensel olduğundan bahseder…

Ve daha birçok Doğulu ve Batılı filozof da benzer fikirlerle tarihe çok güçlü notlar düştüler…

Bilinen bütün hakikatine ve başına geleceklerin kendisine haber verilmesine rağmen, insanın yönü adeta fıtratına çakılmış olana doğru ilerliyor; göçebe olan yerleşik olmaya, fakir olan zengin olmaya, çocuk olan büyük olmaya doğru büyük bir iştahla koşmuyor, adeta depar atıyor…

Aslında çok derin ve temel olan bu konuya sadece minik ama önemli bir veçhesinden bakmak istedim; başlıkta da dikkat çekmeye çalıştığım şekliyle…

Oysa insan bahsettiğim yönelimleriyle özgürlükten esarete, cesaretten korkuya, mutluluktan mutsuzluğa, -dünyevi olarak- daha az sorumlu olmaktan daha çok sorumlu olmaya doğru koştuğunun ne derece idrakindedir…

Tarihteki çok cesur komutanları silahların değil, şehirdeki lüksün yendiğini çok iyi bildiğimiz gibi, çok büyük imparatorluklar kurmuş milletleri de yine aynı “süslü hayat”ın yendiğini iyi biliyoruz…

Refah seviyesi, bugün her devletin ya da insanın imkânlarını belirleyen önemli bir kriterdir, bir yönüyle…

Fakat şatafatına kapılanlar için bambaşka tehlikelerin de habercisidir, bir o kadar; refah arttıkça, kaybedilebilecekler de artar ve artan her mülk insanı biraz daha esir alır, korkularını artırır…

Zevke boyun eğdikçe insan, acıya da boyun eğmek zorunda kalır; her zevkin birine ya da birilerine ödenecek bedeli vardır çünkü…

Şehvetine yenik düşen bir “efendi”nin, hizmetçisine esir hatta köle olduğuna dair nice örnekler vardır; adeta efendiyle köleye yer değiştirten…

Kartacalı bir komutan vardı; tarihin en büyük askeri dehalarından biriydi. Prene ve Alp Dağları önünü kesince, “Ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız” diyordu…

Öyle de oldu ve Roma’yı dize de getirdi…

“Silahlarla yendi, lakin kusurlarına yenildi Hannibal! Campania’nın tatlı sıcaklığı yumuşattı onu…”

Sonunun nasıl bir hüsranla bittiğini anlatmayacağım bile; o acınası sonun, Hannibal’in kafalarımızda iz bırakan, ilham kaynağı sözüne zarar vermesini istemediğim için…

Dünden bugüne artarak devam eden konformizmin dehlizlerinde, korkuları ile lüksü arasına sıkışan “modern insan”ın dramını anlatmaya sayfalar yetmez aslında…

-Lüks ile şiddet arasındaki derin ilişkinin yakıp, yok ettikleri ise çok ayrı bir ilgiyle ele alınmayı hak ediyor…-

Her lüks ile cesareti biraz daha kırılır modern insanın; çünkü kaybedebileceği bir şeyi daha olmuştur artık…

Bu sebeple kendini sürekli biraz daha geri çekilmeye zorlayan modern insan, bir tehlikeden de habersizdir bu haliyle: “Geri çekilenler için tehlike daha büyüktür” çünkü…

İnsanı pişiren, cesaretlendiren zorluklardır; rahat ve kuş tüyü yataklar değil…

Seneca yine bu gerçeği ne kadar da yerli yerine oturtmuş: “Yük hayvanları yola dayanıklı olsalar da, tırnaklarını katılaştıran sert bir arazidir; yumuşak, bataklık bir otlakta beslendiler mi tırnakları çabuk aşınır” sözüyle…

Allah insanı dünyaya “hür” olarak getirdi ve itiraz edemeyeceği en büyük hakikatlerden biri budur…

Yine kuşkusuz gelişmemiş olsa da, gelişmeye açık bir akıl verdi bize; aldanmayalım, anlayalım, idrak edelim diye…

Buna rağmen ne yazık ki pek çok insan rahatın, zevkin dahası konformizmin gönüllü köleliğini büyük bir gayretle “kazanır”; “Hiçbir kölelik, gönüllü kölelik kadar yüz kızartıcı değildir” hakikatine rağmen…

Zengin olup da fakiri unutmadan, “zengin değilmiş” gibi, yaşayabilene ne söz!

Şehirde yaşayıp da, gevşemeyene ne söz!

Büyüyüp de, çocukluktaki gibi “hür” kalabilene ne söz!

Kendini kazanıp da, kendine (nefsine) söz geçirebilene ne söz!

Sadece Allah’a kul olup da, ‘ahd’ine sadık kalabilene ne söz, ne mutlu!