Bilenler bilir, İstanbul en güzel yerlerinden biridir Emirgan. Daralmışsa içiniz iyi gelir, bol oksijenli bir ormanı muazzam bir mekana çevirmiştir İstanbul büyük şehir. Huzurun mekanı gibidir, sık sık giderim dostlarımla.

Yine bir Pazar günü dört kadim dost biraz ruhumuz dinlensin diye uzun uzun yürümek için Emirgan’daydık. Birkaç kez yürüyüş esnasında yaşı kırk beş elli civarında bir abla sürekli bize bakıyor, geçiyordu. Tam artık ortamdan ayrılmak üzere düz yolumuzdan kapıya doğru yürürken o kadın “Size bir şey sorabilir miyim?” diye yanımıza yaklaştı. “Elbette, buyurun” dediğimizde sakinlikte zirve bir üslup ile şöyle diyordu: “Siz dinci misiniz? Dindar mısınız?”

Söz kalbimizi 28 Şubat’ın karanlık dehlizlerine götürse de, “Hayır” dedik, “Hayır, biz Müslüman’ız. Başka ünvan tanımayız. Bizim başka bir tanımlamaya ihtiyacımız da yok zaten. Ancak sizin bize bu soruyu sorma hakkınız da yok. Biz size hangi dindensiniz diye soru sorduk mu? Biz size neye inanıyorsunuz diye sorma cüretinde bulunduk mu? Size biri neye inanıyorsunuz dese hoş olur mu? Hiçbir hukukumuz, dostluğumuz, hiçbir komşuluğumuz olmadığı halde sizin bize bu soruyu sormanızda derin bir amaç olmalı. Mutlaka bir planınız, mutlaka bir düzeneğiniz olmalı. Dönüp dönüp bizi gözetleyip kolladığınıza göre bir pis oyun içinde olmalısınız.” Zira dört arkadaş halka açık bir mekanda yürürken, niye bir sürü örtülü insan varken bize?

Kadının hali vakti iyi olduğu her halinden belli. Bizi sorgulamaya kalkması, hem de din üzerinden, hem de inancımız üzerinden, hiç de doğru değilken, hiç hakkı yokken, neden? Üstümüzdeki kıyafetlerimiz ile Müslüman olduğumuz ortada iken, neden sorgulanıyor? Neden testten geçiyorduk, neden? Korkunç bir kin ile “Sadece merak ettim” sözü neye gebeydi? Üzerinde bir kayıt aleti var mıydı? Amacı neydi?

Ben sorusunu inancıma hakaret kabul ettim, korkunç tehlikeli buldum, sizler ne düşünürsünüz bilmem. Öylesine bir soru değildi. Ve bir insan niye yürüyen dört insanın inancını sorgulardı ki? Niye onca insana değil de başı örtülü bize sormuştu? Neden?

Söz haddini bildirmeye geldiğinde dönüp “Siz busunuz” diyecek kadar da küstahlaştı. Bu ülkede Müslümanlara zenci muamelesi yapmaya alışmış bir havası vardı. “Bu ülke” dedim, “Bu mekan babanızın çiftliği mi? Sizlerin emir erimiyiz biz? Ne hakla bizi sorgulayabilirsiniz? Bu sorudan nereye varmak istiyorsunuz?” dedim. “Olsun canım, merak ediyorum, bilmek istiyorum” dedi yüzüne İslam’a duyduğu kinin sirayet ettiği kadın, ya da iyi bir oyuncu…

Ben onun ne inancını, ne kıyafetini merak etmiştim oysa. O nasıl merak ederdi bizi? Bu hakkı kendinde bulma güveni nereden geliyordu?

Resmini çektim, rahatsız oldu, “Neden çekiyorsun?” dedi. “Sen neden soru soruyorsan seni o sorduğun soru ile ifşa etmek için” dedim.

Kalbim öz yurdumda hala heder ediliyor diye derin bir ah çekerek ayrıldık. Öfkem gölgeleme bile düşmüştü. “Bir şeyler yapalım” dedim, dostlar “Boşver, bunlarla mı uğraşacaksın?” dedi.

Oysa On Beş Temmuz’dan üç ay sonra Arnavutköy sosyal tesislerinin önünde park etme hakkı bize geldiği için aracımızı park edip içeri girecekken, arkadan bizim yaşlarda bir bayan gelip “Buraya arabanızı çekemezsiniz, önce biz çekeceğiz” dedi; biz de sıramızı bekleyip kimsenin hakkını yemeden sıra bize gelince park ettik. Görevli eşliğinde “Siz de sıranızı bekleyin” dediğimizde babası arabamızı tekmeliyor, yumrukluyordu. Camdan Türk bayraklı bir abi, “Beni aşağıya indirme” diye bağırıyordu onlara. Arabayı kullanan bayanın, arkadaşıma vurmaya çalışacak kadar gözleri dönmüştü. Hemen karşısında koskoca polis karakolu olanları görüyor, kapıdaki polis seyrediyordu. Araban indim ve “Siz ne hakla bize saldırıyorsunuz?” dedim. O esnada kız gelip hakaretler savurdu, sonra tesisteki bizi bilen abiler “Boşverin, olayı büyütmeyin” dediler.

Yemek yedik tam dışarı çıkacakken arkamdan yine o bayan boynuma vurarak bana “Seni o başındaki örtü ile boğarım, öldürürüm” diyerek, kameraların gözleri önünde alenen ölümle tehdit ediyordu. Ölüm ve başımdaki örtü, onun ağzından yan yana dökülen kin sözleri… Yine araya giren abiler sakin. Polise gidiyorum, “Karşınızdayız, siz bunu göre göre nasıl susuyorsunuz?” diyorum, “Bunlar şeytanının taraftarları, yapacak bir şey yok” diyor polis abi. “Yani yaptığı yanına kar kalsın, öyle mi?” diyorum, “Amirim, öyle mi?” “Ne istiyorsun” diyor, “Mahkemelerde sürünmek mi? Gel sürün o zaman” diyor, “Çok istiyorsan…”

Oysa orada bir Kemalist’e ben bu tehdide yapsaydım, ben ona bu insan dışı davranışı yaşatsaydım, Türkiye’de ne kadar solcu avukat varsa oraya toplanır, dünyayı bize dar ederdi. Toplu eylemler yapar, sloganlar atarlardı. Vatandaşlığımızın iptali için ömürlerini dökerlerdi. Ama biz hiçbir şey yapamadık. Sözlü had bildirme sanatı ne kadar işe yarıyorsa o kadar işe yaradık.

Ne yapsaydık, “Korkma teyze, bizden korkma, biz senin bile bu ülkede özgürce yaşamanın garantisiyiz” mi deseydik? Bize karşı kine bulanmış bu insanlara bir kez haksızlığımız, saygısızlığımız olmadığı halde daha ne kadar kendimizi izah edebilirdik? Daha ne kadar biz adalet için yaşarız, sizin gibi değiliz diye kendimizi anlatabiliriz?

Bu ülkede hala Müslüman olmamızın bedelini bize ödetmeye çalışan zalimlerin kinlerine bilenseydik biz Müslümanlar onların seviyesine inmiş olurduk. Ancak bizler kitabımızda adalet ile emrolunduk. Ancak bir kez daha anladık ki, eğer bir saniye ellerine fırsat geçse bunların sarhoş İsmet dedelerine rahmet okuturlarmış. Erdoğan üzerinden dinimize ve Rabbimize olan kinleri korkunç boyutlarda. Bu ülkenin bir parçası bensem bir parçası sensin. Ama kardeş değilsen sen hangi ülkenin paralı şeytan elçisisin? Daha ne kadar, daha ne kadar?

Ey Rabbimiz, kinlerini kendi başlarına çevir. İnsanlıktan çıkmışlara fırsat verme. Ezanımızdan, sancağımızdaki, hilalden rahatsız olan İslam düşmanlarına karşı bizi adalet ile galip et. Bizi öz vatanımızda yetim bırakma Allah’ım.