“Sevmelerin ustasıyız, güzel şarkıların/Önce yüreklerimizi alıştırmışız buna, sonra kafalarımızı. Ki bu yüzden içimiz hiçbir zaman yoksul değil/Yoksul olmadı.” diyor edebiyatımızın güçlü şairi Edip Cansever.

Her gün çığ gibi büyüyen kin, haset, öfke üçgeni; içimizdeki iyiliği emerek, sevgisizlik denizinde boğulmanın marifetini sunuyor bize.

Seviyormuş gibi yapmak, ahlaksızlık. Hangi yaştan olursa olsun insan, kendini bir kalbe emanet etmek ister. Nefesini kesen olumsuzluklar bir yana itekleyip, sevginin soluğunu hissetmek muazzam bir huzurdur…

Öyle bir an gelir ki bütün kapılar yüzüne kapatılır. O an küçücük hissedersin kendini; koca cüssene rağmen, elini kolunu kaldıracak gücü bulamazsın! Ve birsevgi eline ihtiyaç hissedersin…

Hani diyor ya! Lale Müldür, “Sonra belki çay içeriz. Şansımız varsa yağmur da yağar./ Damlalara huzur yüklemece oynarız. Benim damlalarım seninkini alnından öper./ Güzel şeyler olur belki./ Sen gel bence.” Öyle çağırmalıyız sevginin huzurunu, yağmur yeminiyle…

İlk kalp arasında geçen zaman, huzur mektubudur.

Makam, şan, şöhret kılıfı ile yükselişe geçmene rağmen, göğsündeki sıkışma ve boğazındaki düğümle sürekli ezilişin yok mu? Sevgisizliğin insana kestiği en korkunç ceza budur işte. Kullandığın dostların sayesinde eldeettiğin para ve mevki ile yani haysiyetsizliğinle yürüdüğün cam koridorların ışıklı dünyası, dindiremez kimsesizlik sancısını.

Şımarıklığın faturasını kalabalıklar içerisinde yalnızlıkla ödersin. Köşeye sıkışmaktır bu. Çırpınışlarını gizlediğin, vicdanınla konuştuğun, yaşamak için ezmem şarttı diye teselli bulduğun, kirli köşen. Yani mahrem sokağın. İnsansızlığınla restleşsen de yenildiğin cadde. Menfaat evini güzelliğedair ne varsa tüketerek kurmadın mı? Sevgisizliğin adresi burası.

Eşref’ül mahlûkat olan insanın, Esfel-i Safilin olması, manevi bilincin kaybolup, yozlaşmanın başlaması, doyumsuzluğa demirleniştir. Böyle bir yaşam, karanlık tahtlarda ağırlar insanı. Ahlak rotasını kaybediş, akla hayale gelmeyecek isyanları başlatır. Sevgi katranlanmış kalplere tesir eder mi?

Dikkat edilirse kapı figürü her coğrafyada gücü ve umudu temsil eder hemen hemen. Edebiyat, mitoloji ve din bir dünyadan diğerine geçişi kapı ile simgeler. Menfaat ipi ile intihar edenler, sihirli bir açılışa muhtaç hisseder kendini. Ahlak biterken şiirde, öyküde, müzikte, sinemada; sevginin iskeletine tutunuş dikte edilir. Göz ve gönül kopukluğu, söylemlerle kapatılmaya çalışılır. Ne hazindir ki sevgisizlik çarkının dönüşü, birilerini madden beslemekte.

İnsanlığın hissizleşmesine hizmet edenler, çok kazanmaya endekslenmiş sistemin bir parçası olmuşlardır.

His-duygu sona erdiğinde, akıllı köleler haline gelir insanlık.

Sevginin iktidarı, hükmeden çirkinliği ile kalbimize bir duvar ördürür. O duvarın adı da “an çılgınlığıdır.”

Enstrümanlar; popülizm uşaklığı. Gölge olarak yaşam sürmek, insanın varlığını inkâr edip, sürüngenliğe kelepçelenişidir.

Bu kıvama gelmek için asalak kazancı, hazmetmek gerek. Eskiden helal lokma için taşı delerim diyen yiğitler şimdinin efsanesi. “İğne deliğinden geçen, alın teri gibi çekingeniz.” dizesi insan kalmanın güzelliği.

Hepimiz hatırlarız ‘ Yeter ki oku evladım! Ben gerekirse ceketimi satarım’ diyen babaları. Mişli geçmiş zaman ne güzelmiş öyle!

Âşık Veysel’in “Benim sadık yârim kara topraktır.” deyişine meftun değil artık günümüz insanı. Topraktan kopan, rızık endişesine düşer. Bu çırpınma her türlü edep dışı kazancı normal karşılatır.

Para, sahte sevgi, güç soytarılığı ‘an duvarının’ boyasıdır.

Anda zevk yumağına sarılıp zaman hükmedersen, geçmişi unutsun.

Sıkıntı adı verilen o koyu halkları, an yaşayarak silebilirsin.

 Anda mutluluk, anda kaybolma ile başlar.

Anı yaşa, çünkü hayat kısa. An denilen parçayı değerlendirmezsen, kendinle didişirsin.

Bir defa dahi arayıp, hal hatır sormayan çocukları, beş eş sene sonra kendisini ziyaret ettiğinde o anne-baba anı mı değerlendirecek yani? O an nimet mi şimdi? Hayır, kursakta bir düğümdür öyle evlat. Neyin rolünü yapacağız? İnsansızlığımızı mı kutlayalım. Basitliğimiz ile mi övünelim?..

Anda uyuşmayı ihtiyaç olarak lanse etmek, insanlığın temel taşları ile oynamaktır. Kökleri olmayan bitkiyi ne kadar yaşatabiliriz.

Köklerinde var olan o müthiş sevgiye yönlendirmeli insan! An denilen absürt zevk, şehvet odağına değil!

Bu hedonist yaşam, kişiyi aşağılamakla kalmayıp, fikir sahibi oluşu, dik duruşu ve üretkenliği alır elden. Ucuz yaşamların malzemesi olmak asalete aykırıdır.

Yeni nesle sunulan an tragedyası, insanı değerli kılan haritadan çıkıştır.

An adlı isyan, çürüme sürekli dikte edilmekte Anda tedavi edilen insan, ölüme terk edilmiştir. Yani onursuzluğa.

‘An sonrası’ hangi vitrinde teşhir edecek insan kendini? Tabii ki değerlerinden, inancından, ahlak yapısından uzaklaşmış olarak bir özgürlük furyası başlayacak. Taviz, tavizi doğurur doğal olarak. Ne erkeğin yeri belli olacak toplumda ne de kadının. Hep kınayıp duracağız rol çatışmasını ama altında yatan dokuyu kurcalamadan.

Doğru okuma, doğrunun içinden yapılır… An denilen şey; hızlı yaşamdır. Özetle insanın kendinden bıkması, kaçması ve oyalanmasıdır.

Evet, yönetildiğimizde açlık olarak isimlendirdiğimiz kimliksiz, insana kendi olma hakkını vermiyor! Vermeyecek de.

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Rıfat Ilgaz: “Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta/Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder.’’ Kalbinize emanetsiniz.