Şöyle kafamızı çevirip bir bakalım tarihe; o zaman, en büyük hakikatlerden birini, -adeta gücün içine sızmış bir kurt gibi- en güçlü olma haline gizlenmiş bir zayıflığı görürüz…

Yazım elverdiği ölçüde açmaya çalışacağım bu hakikati öncelikle Hz. Mevlana’nın; “Oldum diyen solmuştur” ifadesiyle ete-kemiğe de büründürmek istiyorum…

Çünkü bir devletin ya da devlet adamının gücü zirveyi görmüş ise artık inme vaktinin geldiğine de işaret eder; sarhoşluğuna kaptırılmış bir güçten bahsediyorsak eğer…

Gücünün sınırlarının kontrolünü kaybetmiş devletler ya da liderler için en büyük tehlike, bu kontrolsüzlükten faydalanarak, güçlü bünyeye sızan her türden ajanlardır…

Çünkü zayıf olanda ki o, sürekli tedbir ve temkin hali yok olmuştur artık; “Teşbihte hata olmaz” sözü kadar tarihe ait olan Romalı Şair Ovidius’un şu sözü de bu gerçeği vurguluyor sanırım: “Sürüsünü sürekli sayan fakir çobanlarıdır…”

Zira artık sürünün sayısını kaçırmış boyuta ulaşan bir çoban, sürüsünden kaç tanesini kurda kaptırdığından bihaberdir artık…

Tarihte çökmüş birçok imparatorluğun ya da onların çökmesine vesile olmuş liderlerinin de düştüğü en büyük zayıflık önce, hesap-kitap kontrolsüzlüğü ile baş gösterir…

Her şeye yeteceği zannedilen bu hesapsız-kitapsız gücün, artık kendisine hiçbir şeyin zarar veremeyeceğine olan inancı, büyük bir oburluğu tetikler ve bir gün çok acı bir gerçeğin içine “hadi şunu da alalım” denilerek uyanılmış olur…

Fakat artık her şey için çok geç olmuştur; çünkü bu noktada alınan yenilgi, gücün zehirlediği “aklınkör nokta”sında çok uzun zaman önce başlayan yenilginin son vuruşudur aslında…

Potansiyeli ile kapasitesi arasındaki farkı kaçırmış ya da imkânlarıyla hayalleri arasındaki uçurumu görmekten aciz bir hale düşmüş “güç”lülüğün verdiği sarhoşluk, kimleri yok etmedi ki…

Bu hafıza imparatorluklar, devletler tarihinde çok ciddi bir yere sahiptir; lakin bu hakikate ilişkin unutkanlık da aynı hafıza da bir o kadar yer teşkil eder…

Çünkü birçok güçlü, “Ona oldu ama bana olmaz”a yenilmekten kurtaramamıştır kendini; etrafını saran “dalkavukların” alkışları arasında…

Hiçbir realiteye dayanmadığı halde, kendisini tükenmiş bir imparatorluğun sahte gücüyle kandıran bir “Hitler hayalperestliği”nden bahsetmiyorum; o zaten bir “Münih Mesihi” iddiasıyla ne kadar “sarhoş” olduğunu göstermişti ve kendi acı sonunu nasıl hazırladığına dair de çok güçlü işaretler veriyordu zaten…

Birçok imparatorluk -görünürde öyle olmasa da- kontrolünü kaybettiği bölgelerde ve gözlerden uzakta büyüyün hasımları ya da muhalifleri eliyle yıkılmıştır; illa hasım ya da muhalif olması da gerekmez üstelik…

Tarihin her döneminde, bir devlet kurmak ya da kurulu bir devletin başına geçmek için yanıp tutuşan bir sürü insan vardı ve bu anlayış neredeyse devletlerle yaşıttır; şüphesiz olmaya da devam edecektir…

Unutmayalım ki, bugün devletleriyle -kazanmış olmanın sağladığı hakla- övünen her millet, onu başka bir devletten almıştır…

Hiç istenmese de her yıkım yeni bir kuruluma, her kurulum da, kurulduğu andan itibaren yeni bir yıkılıma doğru yürür; bu, yaratılışın doğasında vardır…

Sadece yürünen yolların -az ya da çok- uzunluğudur farklı olan ve unutmayalım ki, “En şerefli devletler de, en şereften yoksun devletler de benzer yeminler ve sözlerle kurulur…”

Bu noktada bir milleti iftihar ettirecek en önemli şey, bunun hak ve adalet çerçevesinde ve bir zulme karşı olup olmadığıdır; bunu da yaşam gösterir, sözler değil…

Üstelik genellemeleri de netleştirerek…

Tıpkı Üstad Sezai Karakoç’un ifade ettiği gibi: “Kardeşiz demek yetmez. Hâbil misin, Kâbil mi? Onu netleştirmek lazım…”

Yine, büyük devletlerin neredeyse tamamının içerden yıkılması da, güce bağlı öngörüsüzlüklerin yol açtığı “içerden oyulma” gerçeğinin en büyük ispatıdır…

Zorbalığın her koşulda kendine bir yol açacağını zanneden “güçlü”, artık bir yol açamadığını anladığında, güçsüzlüğü ile yüzleşir; yüzüne su çarpınca ayılan sarhoş misali…

“En güçlü” olduğu için “en özgür” de olduğu vehmi ile gözden kaçırdığı, “kendi gücünün en büyük kölesinin yine kendisi olduğu gerçeği” de, yüzüne çarpılan başka bir uyandırıcıdır…

Aşırıya kaçan her şey zararlıdır netice itibariyle…

Yazımızın son sözünü John Dalberg-Acton’a söyletelim: “Güç yozlaşma doğurur; mutlak güç, mutlak yozlaşma…Güç yıkılır; mutlak güç, mutlaka yıkılır…”