“Her şeyin kendi zamanı vardır.” Martin Heidegger. İnsan zamanda dengelenebildiği müddetçe saadete erer. Ve içimizdeki zamanı kurcalamada usta olmazsak, geleceğe yeniliriz.

 İnsan yüreğine gömülü sadakatle birlikte doğar. Merhamete eklenerek, asil ve soylu olur. Sadakatin içinde aşk vardır, aşkın içinde doğruluk. Bu iki kanatla yürümeli insan; yaralanıp acı duysa da iki kanatla. İnsan olmanın özü budur çünkü.

Kendini unutanlarda vefa yoktur, uğraşmayalım. Özünü kuyuya hapsedip, aslına düşman olmak için, can atan insana ne denir ki? Oysa sadakat bir borçtur. Bu şuur, huzur ve saadet kapısıdır anlayana.

Her şey anlamak adlı anahtara bakar. Toprağın masalından uzaklaşırsan, o anahtarı çevirecek gücü bulamazsın. “Anlama ne çok söz söylemeyle, ne de kulak kabartmakla olur. Çünkü yalnızca anlayabilen duyabilir zaten.” der Heidegger. Biz birbirimizi ve maziyi duyarken, ne çok yaralanıyoruz değil mi?

Kırıla kırıla yol alsak da biz olmayı, öze bağlığı terk edemeyiz.

 “İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah 

  Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”

 Vicdanlara ne güzel seslenmiş Ziya Paşa… Gel de kolaysa terk et şimdi sadakati.

Dünya dediğimiz sokağa, insan olmayı bırakamayacaksak, yaşamış olmamızın ne önemi var ki? “Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli oluğunu düşünüyorsan onları yendin demektir.’’ diyor George Orwell. 

Aslına ihanet edenlerin yanlışları hiç bitmez. Hatadan ders de çıkarmaya da gururları müsaade etmez.

Sadakat adlı güneşi içinde taşıyan Ebu Bekir, ölümü göze alarak sevgililer sevgilisi Hz. Muhammed'i (sav) yalnız bırakmadı Sevr Mağarası’nda. Ve ilk orada tattığı zikri şerifi fısıldadı bugünlere, sadakatin muhabbetini. İki Allah dostu. Biri Peygamber, biri peygambere yoldaş. Aşk ve vefa buradan dağılıyor göğsümüze. Biz ahir zaman ümmeti, bu mağaranın ışığında ısınıyoruz aradan asırlar geçse de. Bugün dünyayı daraltan küfre ve ihanetlere Peygamber ümmeti, sadakatini sorgulayarak cevap vermeli.

  İnsan geçmişin köklerini zamanda kazıdığı müddetçe, dirilişi haykırır. Toprağın altında kuşaklara ait dersler vardır. Bugünün defterine insan köklerine yaptığı kazıyı yazmalı ki, gelecek kuşak kendini doğru okuyabilsin.

Yönetmenliğini Simon Stone’nin yaptığı Kazı- The Dig, ocak sonu gösterime girdi. İkinci dünya savaşı hızla yaklaşırken, (Carey Mulligan), mülkündeki mezar höyüklerinin kazması için, amatör bir arkeologu (Ralph Fiennes) işe alır. Filmde Suffolk’taki Sutton Hoo’da 6. Yüzyıldan kalma Anglo-Sakson mezarının nasıl keşfedildiğinin hikâyesi anlatılıyor. Ralph Fiennes, toprağın hangi zamana ait olduğunu tahmin edebilecek kadar iyi tanıyor toprağı.

“Her kazı içe doğrudur.”

 Filmde sadece bir kazıyı anlatmıyor, aynı zamanda insan iç dünyasına doğru yolculuk yapılıyor. Kazı, bir hiçlik hikâyesinin paylamışıdır aslında.

Savaş karşısında yok oluş tehlikesine rağmen devam eden kazı, gelecek kuşağa geçmişi sunma disiplininden başka bir şey değildir.

 Zamandan silinirken zamana iz bırakmak, büyük ödüldür insan için. Hırslarımızın, kavgamızın, gürültümüzün ortasında; bizden önceki nesille harmanlanıp, geleceğe mektup gönderme derdini taşıyabiliyorsak, ne mutlu.

İnsanın kendisini görmesidir, sadakat. İç yolculuğunu sağlam adımlarla yapanlar, yarınlara umut olur. Sevgiye hürmet etmenin adıdır, sadakat...

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Fazıl Hüsnü Dağlarca: “Rabbim bir gök verdin ki bizlere / Anlamaz sadakatimi düşünceler /Bunca yıl bizi memnun etti / daha da eder.”

 Kalbinize emanetsiniz…