İnsanı, yaratılışı gereği ihtiyaç hissedeceği bütün bağlantılarından kopararak, yalnızlığa mahkûm edenler aslında kontrolü olmayan, dolayısıyla da nereye yöneleceği öngörülemeyen “dizginsiz bir birey” modelinin oluşmasına sebep oldular…

Hiçbir değeri, sınırı olmayan bu “birey” tipi bugün sadece “Ateş düştüğü yeri yakar” da olduğu gibi düştüğü yerde kalmıyor ve bütün toplumsal vicdanı “yanık acısı”na mahkûm ediyor…

Kanaatten yoksun, her şeyi ve herkesi kendisine hizmetçi olarak gören azgın bireylerin, reddedilmeye tahammülleri yok…

Reddedilmeyi bir şiddet gerekçesi olarak görüyor ve bunu da ne yazık ki ertelemeden uyguluyor; her konuda sabırsız oldukları gibi…

Bütün bağlarından koparılarak, “özgürlük” vaadiyle sokağa çağırılan bu dizginsiz bireylerin hedefindeki en dikkat çeken şahıslarsa yine en yakınları oluyor maalesef…

Yaşanan vahşice cinayetlerin, şiddettin basında yer bulan örnekleri, bizi böyle bir sonuca götürüyor…

Adeta insanın yaşam kaynağı, huzur adası, “sıcak dairesi” olan ailenin ortasına atılmış bir “şiddet bombası” ile karşı karşıyayız…

Bir toplumun akaidi bozulursa ahlakı da bozulur, ahlakı bozulursa da bütün toplumsal dengeleri bozulur…

Toplumun temel kodlarındaki bu hiyerarşi, hayatidir ve asla ihmale gelmez…

Bugün şiddete dair yaşananlar bir sonuçtur aslında…

Sebepleri merak edenlerin ise onları çok daha derinlerde araması gerekir…

Bu noktada, “Neyi kaybettik ki bunları yaşıyoruz” sorusu, ciddiyetle cevaplandırılmayı bekliyor…

Kanaat toplumu olmaktan çıkıp, sınırsız hazların esiri olan bir içtimaiyat, kendine uygun insan modelini yetiştirmeden yoluna devam edebilir mi?

Bu elbette mümkün olamayacak bir şeydir…

İşte bu yüzden, bütün kadim değerler sitemini söküme uğratarak kendine yer bulan bu nevzuhur, yeniyetme dizginsizliğin, nasıl olup da bu denli can yakar hale gelebildiğinin çok iyi tahlil edilmeye ihtiyacı var…

Bize bir düzensizlik haliyle görünüyor gibi olsa da, demek ki bu “birey” tipinin de kendi içerisinde bir “düzeni” var…

Yani desteklenen belirli bir organizasyonla karşı karşıyayız…

Hatta ideolojik alt beslemeleri dahi var bu anlayışın; direkt bir illiyet varmış gibi görünmese de…

Bu sınırsızlığın, “Canavarca hisle” ailelerden ve yine çoğu kez aileden birinin eliyle kopardıklarını çaresizce izlemeye devam edecek değiliz elbette…

Bu sadece yasal düzenlemelerin, cezai yaptırımların işi değildir üstelik…

Bu süreçte bilinçli ve topyekun bir mücadeleyle ancak başarıya gidilebilir…

Önce insanı, sonra aileyi, sonra toplumu ve en sonrasında da bunları çatısı altına alan devleti, düştüğü girdaptan kurtarmak zorundayız…

Feryatları yürek yangınıyla izlemek zorunda kalan annelerin çaresiz olmadığını da kendilerine hissettirerek…

Ve elbette, kendilerini sınırsız hisseden ve her hakkı -şiddet dâhil- kendileri için meşru sayanları da sınırlarına hapsetmek kaydıyla…

Şiddet kimden gelirse gelsin ya da kime yönelirse yönelsin aynı tepkiyle karşılık bulmalıdır…

Aksi halde üreteceği mazlumlara karşı gereken yapılamıyor demektir…

Oysa insan olmak bizi mazlumdan yana olmaya mecbur kılar…