Eğitim kurumlarında örtümüzle çalışma hakkımız elimizden alındığı 28 Şubat dönemi sonrasında ihracat yapan bir holdingin satın alma müdürlüğü teklif edilmişti. “Kurumsal tecrübeye sahipsiniz, yaparsınız” denmişti.

3 aylık bir şirket içi eğitimden geçip görevi üstlendiğimde, dünyamda para ile ilgili ne büyük kara delikler olduğundan bihaberdim. Hayatı kültürel kodlarla adımlama gayretimden olsa gerek henüz bilmiyordum 1 sentin çok değerli olduğunu…

Bir ürünün pazarlığını yaparken esnafa kıyamayıp bir sentten vazgeçtiğim gün hissetmiştim kapitalizmin prensiplerimiz üzerinde uyguladığı baskının ağırlığını.

“Sadece bir sent” demiştim. Yönetim kurulu başkanı kükremişti: “O üründen 100 bin adet alacaksınız Nesrin Hanım!”

Olsundu… Bir hamle daha yapmıştım. Kurumsal firmalarda aynı ürün reklam maliyeti nedeni ile daha pahalıydı, bu esnaf 20 çalışanlı atölyesinde gecesini gündüzüne katıp talep ettiğimiz miktarı üretecekti, kalkınmasında payımız olacaktı, üstelik yeterince kâr edemeyeceğini de hepimiz biliyorduk.

Hayli büyük bir holding için bir sent bu kadar ehemmiyetliydi de küçücük bir firma için neden ehemmiyetsizdi? “Oo, batarız” demişti holdingin yöneticisi. “Oo”lar içimi üşütecek kadar çok ve uzundu. “Siz 100 bin adetle 1 senti çarpmıyorsunuz anlaşılan!” demişti.

Çarpmıştım, hem de iki kere... Hem 10 bin dolarlık bir kazanca çarpmıştım, hem 10 bin kere vicdanıma…

Hemen belirtmeliyim, ticaret ayıp ve günah değil bilakis hak. Ancak fıtri kodlarınıza uygun değilse, melekeleriniz yetmiyorsa ve doğru ortamda konumlanmamışsanız ne kadar çok kazanırsanız kazanın bulunduğunuz ortam ruhunuza bir eza, varlığınıza büyük bir ceza olacaktır diye düşünüyorum.

Çocuk dergilerinde başlayan yazma serüvenim ve fuayelerde yaşadığım sergi heyecanlarımdan, eğitim kurumlarından sonra 1 sentin etkisi ve sair yaşadıklarımın yabancısı ve acemisiydi ruhum. Ama işte… 1998 yılında, dindarları fişlemeyi iş edinenlerin, kamuflajlı zihinlerin, postmodern postallıların, G3’lere şarjör süren ellerin marifetiydi bu ahval. 2013 yılının Ekim ayına kadar da ayak sürüyecekti.

Bu olay sonrasında daha kararlı geçiyordu kalbimden temennilerim: “Kelimeler ve renkler parayla çarpılıp kâr marjı hesaplanmasa, çalışsam, üretsem ama ruhum köleleşmese, vereceğim her emek, göstereceğim her gayret yaşamak tadında olsa ne güzel olurdu.”

***

Bu tecrübemden sonra etrafıma bakıyor, öğrencilerimle, dostlarımla konuşuyor, farklı tercihlerin hayat hikâyelerini nasıl tesir aldığına şahit oluyorum.

Para ehemmiyetli bir faktör olmakla birlikte, çok kazançlı ancak fıtrata uygun olmayan iş tercihlerinin ruha esaret yüklediğini düşünüyorum.

Geçim kaygısını, ailemizi koruyacak bir çatının derdine düşmeyi çocukları iyi okullara gönderme isteğini anlıyorum. Ancak geçinmenin ötesinde, mal varlığını artırma, makam ve unvanı koruma eğilimlerinin ilerleyen zamanlarda ruh ve beden sağlığını geri dönülmez biçimde nasıl hırpalandığını görüyorum.

Zaman içinde sistem çarkların arasında ezilmemek için gösterilen gayretin manevi dünyamızdan, ruhi zarafetimizden çaldığını düşünüyorum.

Üstelik, dünyaperest “izim”lerin dişlileri beden ve ruh sağlığımızı çiğnemekle kalmıyor, 1 sentlik hırsların normalleşmesine, vicdan ve merhamet gibi insani değerlerimizi de yutuyor… Ki, bu da amellerimizin ihlasından çalıyor.

En güzel ibadetin bize bahşedilmiş yeti ve melekeleri işlevsel hale getirerek tezahür ettirebilmektir. Ömrümüzü ödünç yaşamadan, Rabbimizin bize verdiği yetileri hayata yansıtmak hem denge, hem varlığımızın izah bulması ve dahi hem de ibadet yapar gibi çalışabilmenin anahtarı olacaktır.