Akşam olmak üzereydi; güneş, ufuk çizgisine inmişti.

Zor bir günün sonunda, canlı yayın stresi ve ağır siyasi gündemin yıpratıcılığıyla tamamlanan mesai sonrası ofisten çıkarken, döner kapıyı bir hüzne çevirdiğimi bilmiyordum.

*

Bahçede dağınık kümeler halinde sigara içen insanlar, sıradan konuşmalarla sohbet ediyor, şakalaşıyordu.

Birden onu fark ettim.

Önce eğlenceli bir kadın grubunun yanına koşuyor, dikkat çekmeye çalışıyordu. Orada beklediği ilgiyi görmeyince, üç kişilik bir diğer gruba dönüyordu telaşlı tavırlarla…

Çocuğu ve çocukluğunun el ele tutuştuğu bir annelik duygusuyla kedi, ağzında taşıdığı hareketsiz yavrusunu kâh yere bırakıyor ‘acı bir feryat’ ile miyavlıyor, kâh kederli sessizliğe gömülüyor, parke zeminde uzanan evladına bakıyordu çaresizlik ile… O an için nefesi ile ısıtsa da soğuk bir cesetti belki de yerdeki; var olan tek şey yokluğuydu sanıyorum.

Annelik inadıyla yeniden bir çaba gösteriyor, bir başkasından merhamet dileniyordu ayaklarına kapanarak, “öldü ölecek” çocuğu can yakmayan dişleri arasında…

Göz ucuyla değil, yüreğiyle hisseden kimseyi bulmadı. El uzatılmadığında bir kedinin kalbinin nasıl kırıldığını kim bilebilirdi ki...

Dünya gittikçe kararan bir yerdi ve az sonra tamamen akşam olunca hepten zifiri hale gelecekti, kalpleri bir parmak toz tutmuş ruhların üzerine…

Bir ağacın kuytusuna çekildi inleyerek…

Burada ‘insan’ yoktu!

*

Belgesellerin anlattığına bakılırsa, annelik şefkati ile donanımlı olarak yaratılan dişi aslanın ne kadar güçlü pençeleri varsa, doğurduklarına karşı o oranda hassas ve yumuşak bir yüreği vardı.

Bir aslan, yavrusuna karıncalar üşüşünce şefkatle temizlemek ister ama kudretli pençeleri ile nasıl yapacak?

Pençeler olmazsa aslan olamaz, şefkati olmasa anne… Onda anne sevgisi vardır ancak nihayetinde bir aslandır. Ama annelik ağır basar, annelik her şartta çözüm bulurdu; söz konusu “evlat” olduğunda…

*

Ofis bahçesindeki kedi de tam olarak böyleydi; yavrusunu hayata döndürmek için paçalarına yapıştı insanların… Ancak gözler ‘kör’ sayılırdı. İnsan yüreğiyle baktığında görebilirdi.

Herkesin kolunda, cebinde saati vardı ancak kimsenin vakti yoktu; buna da ‘modern zaman’ diyordular.

Kedi de olsa, sesinden ateşini ölçebilirdi evladının; belki yaşatabilirdi, hissetseydi birisi...

İki yavru doğurmuştu, ikincisini de canlı göremedi.

...Ve bütün bunları her şey olup bittikten sonra fark ettiğimde; gecikmişliğin bir ilacı olmuyordu.