Bugün devletleri diğer devlet ya da gruplarla çatışmaya sevk eden saikleri anlamaya çalışalım. Devletler birçok sebepten birbirleriyle ya da farklı örgütlerle savaşır. Fakat savaşları doğuran etkenler esasında asırlardır aynı kalmıştır. Çatışma, şiddet içersin ya da içermesin temelde belirli hedefler doğrultusunda yaşanan rekabet ve çıkar uyuşmazlığının sonucunda meydana gelir. Bu anlaşmazlıklar savaşın yaşandığı bir mecraya dönüşüp ölümcül sonuçlar doğurabileceği gibi müzakerelerle de kontrol altına alınabilir.

Uluslararası sistemde Weber’den iktibasla “meşru şiddet” tekelini elinde bulunduran ve aynı zamanda tüm aktörlerin itibar ettiği bir üst yapının yokluğu her devleti kendi başının çaresine bakmaya zorlar. Bu kaosu ya da literatürde geçtiği üzere “anarşik yapı”yı kontrol altına alma sorumluluğu tarihten bugüne ya hegemon devletlere ve imparatorluklara ya da son yüzyılda da kısmen etkili olduğu üzere uluslararası kurumlara tevdi edilmiştir. Fakat dün olduğu gibi bugünde küresel kaotik yapı hiç bir güç tarafından tam anlamıyla kontrol altına alınamamıştır. Öyle ki bu amaca matuf “ Dünya Hükümeti” formülleri dahi dillendirilmiştir. Özetle, devletler uluslararası sistemde kendilerini yalnız hissetmekte, hiyerarşik düzenin yokluğunda diğer devletlerin hareketlerinden emin olamadıklarından kendi vatandaşlarının güvenliğini sağlama sorumluluğu ile agresif davranışlar sergilemektedirler. Devletler, varlıklarını idame ettirebilmek ve sınır güvenliklerini sağlamak için bencilce hareket ederek gereken her şeyi yapmaktadırlar. Kimsenin kimseye güvenmediği bir ortamda rasyonel davranmak zorunda olan devletler her ihtimale karşı kendilerini sürekli hazır tutmak isterler. Makyavelist zihniyet ve Hobbesçu “insan insanın kurdudur” felsefesi insani ve kültürel değerleri pragmatizm potasında eritir. Modernizmin kökleri ve reelpolitik insiyakı dünyamızı ‘haklının güçlü olduğu değil güçlünün haklı olduğu’ bir ortama çevirmiştir. Moralpolitiğin bir köşeye atıldığı, zenginlik ve güç peşinde koşmanın görev addedildiği gezegenimizde devletler milliyetçilik zırhını da kuşanıp savaşa girmekten adeta zevk alır hale gelmişlerdir.

Her ulus kendi vatandaşının müreffeh şekilde yaşayabilmesi için “öteki”ler üretiyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de devletlerin kendi vatandaşlarını koruma ve kollama refleksi hükümetler nezdinde aşkın şekilde içselleştiriliyor. Öyle ki bu ‘dışlayıcı koruma güdüsü’ devletleri rasyonel davranışa sevk ediyor. Bu sebeple, kendi vatandaşına güvenlik riski oluşturacağı gerekçesiyle sınır kapılarında ölüme terk edilen on binlerce mülteci görmezden geliniyor. Devletler kendi güvenliklerini majör hedef belirleyip, beklentilerini en kötü senaryoya göre tasarladıklarından silahlanma yarışları da aralıksız devam ediyor. Bu tehdit algısı çatışma potansiyelini sürekli tetikliyor. Devletler arasında ancak karşılıklı güven tesis edildiğinde savaş anlamsız hale gelebilir. Ayrıca kazanma hırsı ve zenginlik talebi de toplumların birbirleriyle savaşmasına yol açıyor. Bu muhteris iştahın savaşlara etkisini de haftaya yazacağım.