Benim için ilkbahar; çocukluğum, mutluluğum, sabah şarkılarım! Biraz leylak kokusu, biraz da gül tomurcuğu; işte ilkbahar soluğu...

Dalında çatlayan yaprakların selamı ve ılık deniz rüzgârı. Sonra günbatımlarını süsleyen akasya ağacı, yakarış, sancı ve diriliş

 Güneş ısıtınca ortalığı, bahar bahar gülücükler fırlatmak göğe. Şiirler yazmak yudumlarken çayı.. Hayaller kurmak, uçurtmalar uçurmak hepsi ilkbahar şenliği.

Tabi bir de papatya heyecanı, evlerin önünde sek sek oynayan çocukların kahkahası…

Irmakların uyanışı, dağların ıslığı ve en çok da yayla dumanıdır bahar. Sürülerin süt, yoğurt için meralara çıktığı bahar ayı, kışa hazırlıktır aslında.

  İnsan bahar, yaz, kış demeden, hep bir hazırlık içinde. Ömür bu melodiyle geçiyor. Sabah telaşı, akşam hesabı derken; bazen hazırlığın ölçüsünü de kaçırıp, kendini unutuyor insan.

Dünya misafirliği unutulunca, dünya zehri akmaya başlar. Artık kim, kime daha çok maddi-manevi zarar verirse! O oluyor, insan. Haram sorgulanmıyor. Hile yapan, şerefli oluyor.

Gücü olmayanın söz hakkı yok. Parası olamayanın insan muamelesi görmeye hakkı yok!

Bu devir, üzümünü ye! Bağını sorma devri!

 Hz. Ömer’in adaleti, Ebu Bekir’in iman gücü ile irkilmeye, silkelenmeye ihtiyacımız var.

“Ümmetimin affını istiyorum” diye yüce yaratıcıdan, af dileyen Peygamberin (sav) ahir zaman ümmeti, konfor ve lüks hayat derdine düşmüşse, söz biter! Bitmeli de...

Ashabı Bedir’i, Bilal-i Habeş’i, imanlarıyla bize örnek olan sahabeleri tekrar tekrar kalben anmadan uyanış mümkün mü?

Hurmayla iftar eden Peygamberimiz Efendimizin (sav) yolu bizlerin dirilişidir.

İyiliğe de kötülüğü de kitaplardan, oyunlardan ve dizilerden öğrenen dijital çağın çocuklarına dirilişi yaşatmazsak, bu manevi boşluk büyüyecek ve çürüme de bitmeyecek.

Maddi hazırlık derdiyle değil, diriliş derdiyle dertlenelim… Ancak böyle çoğalır sabır, merhamet ve vicdan…

Baharı, dirilişi teneffüs etmek için, toprak ile bağımızı iyi olması şart. Toprağı işlemek, dirilişe şahit olmak demektir.

“Toprakta çalışanlar, ekenler, biçenler ve yiyip içmek hususunda kimseye minnet etmeyenler onlardır. Yeryüzü onlar sayesinde mamur.” (Firdevsi, 1946: 40)

Toprağın onuruna bürünmeyen gönüller, gözler hep aç olur. Zahmeti ve rahmeti toprak fısıldayınca, yaşamak daha bir manalı olur.

Hazırlık serüvenini besleyen hırstır. İnsan başını kaldırıp, bakmazsa doğaya o hırsın içinde, boğulup gider…

Masumiyete, çocukluğa dönmek için baharın kışkırtıcı havasını, o deli savruluşu hissetmemiz gerek.

 Hani diyor ya Rilke, “Yine döndü ilkbahar. Yeryüzü bir çocuk gibi!..” Öyle olsa keşke. Çocuk saflığına döndürse nisan hepimizi…

 Benim çocukluğumun nisan ayı; yardımlaşmanın, kardeşliğin tazelendiği ay. Toprak telaşı, bereketin artışı bu ayda başlar. Nisan en çok da bunun için komşuluk demekti önceden.

Bahar gelince her hafta sonu, çiftlik evine giderdim. Bahar benim için, dedemin her sabah bahçeden topladığı kırmızı gül demek. Dedem, bana gülleri sevmeyi çocukken öğretti. Gül seven, merhametli olur, sevgisi çok olan, iki dünyada da kazanır derdi.

 Sevmeyi beceremeyen, kibre bürünmüş bu nesli, kendi haline bırakmayalım. ‘İzm’lerle beyinleri işlenmiş gençliğe isyan ve inkâr kapısını açan, gururdur.

Eğilse içine, aslını görecek de bakmasını beceremiyor. Doğadan kopuk yaşayan, mevsimleri hissedemeyen, körleşir.

Sezai Karakoç, “Düşüncede diriliş olmaksızın inançta diriliş gelişemez” diyerek atmıştır diriliş evinin temelini. Bu eve katlar çıkmak da bizim elimizde!..

“Şu ömrü mevsimlere benzetenler iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilkbaharı, bir yazı, güzü ve kışı oluyor işte” demiş Sat Faik Abasıyanık hikâyesinde. Ben ilkbaharın diriliş akşamlarını seçtim kendime. Yıldız yıldız af dilemeyi…

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Reşat Nuri Güntekin: “Çok sevmek yetmez, mühim olan güzel sevmek.”

 Kalbinize emanetsiniz...