İnsan nasıl ki beden ve ruhsa, akıl ve kalpse, görünenin ardında bir görünmeyen yani ki gönlü varsa, devlet dediğimiz dahi öyledir. Ecdat cihana hükmetmeden önce gönüllere hükmetmeyi, şehirlere girmeden önce gönüllere girmeyi şiar edinmiş ve bilmiştir ki gönüllere girilmeden şehirlere girilemez. Ve bu gaye ile bir gönül medeniyeti kurmuşlardır.

Bu yolda devleti idare edenler evvela gönüllerini terbiye etmiş ve gönüllerine hükmetmiş evvela kul olmayı bilmişlerdir ve bu maksadı kendilerine her daim anlatacak ve unuttuklarında hatırlatacak bir hocanın hemen yanında bulunmayı şeref farz etmişlerdir. Yoksa “evliya ve enbiyaya intisabım var” demeleri, “Sultanlık bir kuru kavga imiş” deyip de gönüllerindekini bu denli söylemeleri başka bir sebepten değildir. Kuldur onlar ve kendilerine her an bunu hatırlatacak biri olsun istemişlerdir yanlarında.

Ben zor zamanların büyük insanlar çıkardığına inanırım. Ya da belki de onlar hep vardırlar da zor zamanlar da ortaya çıkarlar bilemiyorum. İşte Yunus Emre’nin yaşadığı dönem de tam olarak böyle bir dönem. Anadolu’nun orta yerinde kendine yurt kurmak için gelen ecdadın her bir yandan sıkıştıran düşmanları vardı. Bir tarafta Moğollar beri tarafta Bizanslılar ve Haçlılar bir de içlerinde kendini unutmuş ve aslına ihanet etmiş olanlar.

Yunus Emre tam da böyle bir zamanda yaşamış ve gönül medeniyetimizin kendine has ama hep samimi bir ismi olmuştu. Bana “Yunus Emre nedir, kimdir?” diye sorsalar ilk söyleyeceğim “samimiyettir” olurdu.

Geçmiş bir zamanda Yunus Emre’nin dilinden şöyle yazmıştım:

“Ben garip Yunus, yanmadan nasıl varacaktım aşkın mabedine. Nasıl var olacaktım, nasıl bulacaktım O’nu? Tapduk sultanımın dergâhına geldiğim gün dünya kokusu var dememiş miydi sende? Öyle söylememiş miydi? Canım yoktu gayrı lakin bilmiyordum ben bende olanı? Gönlümde olanı bilmiyordum. Aşkı arar dururdum, hep ondan konuşurdum. Lakin onu sinemde taşırmışım da yeni yeni idrak ettim. Ben o alevde neleri görüyordum ki neleri! Ateş benim yolumda sırrın kendiydi. Ateşi olmayan, aşka yanmayan insan değildi itikadımca.

Canlar canını buldum canım yağma olsun

Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun

 

Ben benliğimden geçtim gözüm hicabın açtım

Dost valsına eriştim gümânım yağma olsun

 

İkilikten usandım birlik hanına kondum

Derdi şarabın içtim dermanım yağma olsun

 

Varlık çün sefer kıldı dost andan bize geldi

Viran gönül nur doldu cihanım yağma olsun

 

Geçtim bitmez sağınçtan uzandım yaz ü kıştan

Bostanlar başın buldum bostanım yağma olsun

Yunus ne hoş demişsin bal ü şeker yemişsin

Ballar balını buldum kovanım yağma olsun”

Hem bu şiiri ben mi söylemiştim? Aşkı bulmuş muydum sahi? Ben fakir, ben garip, ben kimsesiz Yunus… Aşk ben gibilerin de nasibi miydi? Aç kalmış, susuz kalmış, dert çekmiş, dermansız kalmış ben. Âşıkların katında yerim var mıydı ki? Aşk benim fikrimde Allah demekti. Allah ise kimsesizlerin kimsesiydi. Gayrı ben vardım bir de O. Yo! İkilikten geçtim ben. Bir vardı ki O da O’ydu. O varken ben olsam ne olmasam ne?

Kimdim ben garip Yunus mu, âşık Yunus mu? Aşk beni benden aldı ben kimim bilmezem.”