Ah tarih, sen nelere kadirsin/kadirmişsin!

Kimlerin kaleminden döküldüğüne göre ne kadar da çok hüviyete bürünme kabiliyetin varmış; bukalemunlar bile kıskanır bu kabiliyeti…

İstediğini isteyene verme konusunda da elin hiç sıkı değilmiş…

Gardırobun ne kadar genişmiş, isteyen istediği kıyafeti bulabiliyor…

Nevzuhur, köksüz, yapısız düşünceler bile “ne kadar köklü” olduklarına, seni kullanarak kitleleri ikna ediyorlar…

Kendisini “dün”e kapatmış modern fikirlere, hatta bütün muğlaklığı ile ne söylediği belli olmayan yapısökümcü post-modernlere bile kapalı değil gardırobun…    

Hem de, "Dün, modern dünyada kayıptır ve her bugünün ‘dün’e akması da modern dönemin trajik yüzüdür" gerçeğine rağmen…

Daha açık ifade ile seni inkâr edenler bile, kendilerini senin sunduklarınla “meşru” hale getiriyorlar; ey tarih!

James Harvey Robinson bile bütün Avrupalılara “kara geçmiş”lerini 1911 yılında ortaya attığı “Yeni Tarih” fikriyle unutturmadı mı?

Birbirlerini yiyen Avrupalılara, “Durun aslında siz kardeşsiniz” yalanını bile, kendinden sonraki genç tarihçi kuşaklara “çantada keklik” olarak senin sayende miras bırakmadı mı?

Ah be tarih, keşke zamanda yolculuk imkânı bulunsa da, “geçmiş” ile senin sürekli yenileyerek söküme uğrattıkların arasındaki o muazzam uyumsuzlukları deşifre edebilseydik…

Bu deşifreyi Batı ve Doğu-Batı merkezli, kısmen eldeki belgeler çerçevesinde ve karşılaştırmalarla büyük meşakkatlere katlanarak bizim için yapan McNeill, Eric Hobsbawm, Terence Ranger, Benedict Anderson, Gabor Agoston, Lajos Fekete, Johann Gottfried von Herder ve daha nice vicdanlı tarihçileri anmak zorundayız…

Her şeyi kendine mal etmeyi ve dünyanın merkezine kendisi koymayı Yunan tarihçiliğinden miras alan Batı tarih yazımı, “Tarih her zaman çağdaştır” gerçeğini çok büyük bir maharetle uygulayarak, kendisini “Demokrasinin Beşiği” olarak gösterme yalanını sayende hala büyük kitlelere “yedirmeye” devam ediyor…

“Eski” diye inan(dırıl)dıklarımızın, aslında çoğunun “yeni” olduğunu ve yenileme faaliyetinin de ne yazık ki “tarihin suç ortaklığı” ile yapıldığını, tarih usulü ve tarih felsefesi okuyanlar iyi biliyorlar…

Batı, alacağı tavrı belirlemede, ötekinin ne yaptığını artık klasik yöntemlerle -gezinen ve gözleyen- yapmıyor…

“Gözetimin dönüşümü” olarak ifade edebileceğimiz “sanal gözetleme” araçlarıyla icra ettiği faaliyetlerle, oturduğu yerden ve çok daha konforlu olarak gerçekleştiriyor…

Bu sayede sunacağı her “yeni” büyük kitleler üzerinde çok daha büyük tesirler uyandırabilecek, isabet oranı yüksek kurmacalar olarak tezahür ediyor…

“Post’a” bürünmüş dünya artık birçok kavramın başına “Post” ekleyerek her şeyi köksüz, belirsiz, “hem o hem bu” anlamına gelecek “cinsiyetsiz-fikir”ler yumağı ile hep “yeni”yi vadediyor…

Geçmişle bağı koparan, gelecek ile ilgili de net bir hedef koyamayan bu çok “cinsiyetli fikirler yumağı”, bilinçli ve hala köküne sadık kalmaya çalışanların üzerine yuvarlanıyor…

Ermeni iddiaları bunun sadece küçük bir parçasından ibaret…

Akl-ı selim kafaları, moderni temsil eden Hipotaksi ve post-moderni temsil eden Parataksi arasına sıkıştırmak isteyenlerin elleri de artık o kadar güçlü değil…

Cevapsızlığımız, büyük cevaplara gebe artık; bilsinler istedim…