Neden derindir bu kavga bilir misiniz? Çünkü üzerinde yaşadığımız bu mübarek toprakların bir “Müslüman yurdu” olarak mı kalacağı, yoksa “Batı’nın müstemlekesi” mi olacağıyla ilgilidir de ondan. Öyle olmasaydı 86 yıl Ayasofya’nın özgürlüğünü hasretle bekler miydik? Taksim’e cami yapmak isteyen iki iktidar da darbeyle, sokakları yangın yerine çeviren terörle muhatap olur muydu?

28 Şubat zalimleri en çok Erbakan Hoca’nın Taksim’e bir cami inşa edeceğini duyurmasına öfkelenmişlerdi. Bu öfkenin çocukları, aynı hedefi gerçekleştirmek isteyen Erdoğan iktidarına diş bilemiş, Gezi terörünün en önemli gerekçelerinden birisi bu olmuştu.

KARA GÜNLER GERİDE KALDI

Taksim’i düşündükçe Süleyman Nazif’in İstanbul’un işgali üzerine 1919’da yazdığı “Kara bir gün” isimli unutulmaz makalesi gelir aklıma. Şöyle diyordu Nazif milli mücadelenin işaret fişeği olan o yazısında: “Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz.”

İşgalciler İstanbul’a çıktıklarında, 5 asırdır tüm Müslümanların payitahtı olan bu şehre Taksim Meydanı’ndan girmiş, onları Fransız, İngiliz ve Yunan bayraklarıyla azınlıklar coşkulu bir şekilde karşılamışlardı. Nazif’in ıstırabı sadece işgalcilerin takındıkları tavır değil, asırlarca birlikte yaşadığımız insanların bu kadirşinaslıktan uzak sevinçleriydi.

PERA’YA GÜNEŞ DOĞDU

Ülkemizi sömürge olarak görmek isteyenler için Pera (Beyoğlu), yabancı ülke konsoloslukları, Batılı kültür merkezleri, Fransızca-İngilizce tabelaları, kiliseleri ile Batılı hayat tarzının ilk numunesinin verildiği sembolik bir mekândı.

İşgalcilerin atları üzerinde kurumla yürüdükleri Taksim Meydanı’nda, silüeti tamamen değiştirecek ve buranın asırlardır bir “İslam yurdu olduğunun nişanesi” olacak bir camiinin yapılmasına bundan dolayı direndiler. Bu niyetlerini de hiç gizlemediler.

Canımızı vererek, kanımızı dökerek vatanlaştırdığımız öz yurdumuzda, şehrimizin kalbinde kendi ibadethanemizi inşa etmek için verdiğimiz kavga bile “kim ile ve ne için” mücadele ettiğimizi sarih bir şekilde özetliyor.

Saint Antuan’dan Alman Protestan’a,  St. Louis de Francis’den Surp Harutyun’a, Üç Horan’dan Surp Ohan Voskiperan’a kadar onlarca kilisenin olduğu bir bölgede bugüne kadar Fatih’in şehrine yakışır bir caminin yapılamamış olması bize çok şey anlatmalı.

İstanbul’un fethinin yıldönümünde, bir mübarek Cuma günü açılan Taksim Camii’nin sadece gökleri ezan sesleriyle inleten, bin yıldır bu topraklara vurduğunuz bir mühür olduğunu sanmayın. O, tıpkı prangasını kıran Ayasofya gibi, “esarete boyun eğmiyorum” diyen “yeniden büyük Türkiye’nin” varoluş hikâyesidir.

Artık İstiklal’e açılan kapıda insanları bir yanda Taksim Camii diğer yanda Aya Triada Kilisesi karşılayacak ve bu toprakların her din mensubu için bir merhamet yurdu olduğunu tüm insanlığa duyuracak.