Zanzibar… Tek kelime Zanzibar yazıp bıraksam şuraya… Söyleyeceklerimi bu bir kelime de anlatır.

Zanzibar’da bir akşam sahilde yürüyoruz. Kurban Bayramından bir gün önce. İnsanlar beş gün sürecek bayram festivaline hazırlanıyorlar. Sahil insan kaynıyor. Yüzyıllarca Portekizlilerin köle ticareti için kullandıkları siyah kalenin çok yakınındayız. Şimdilerde kültür merkezi olan kaleden kölelerin çığlıkları geliyor adeta… Tezgahların üzerindeki fenerler aydınlatıyor dört bir yanı. Tezgahlarda deniz mahsülleri, kaynatılmış muzlar, patatesler, çeşit çeşit lezzetler. Bir tezgaha yaklaşıyoruz. Kaynatılmış muz nasıl olur acep, diye konuşurken tezgahın başındaki delikanlı “güzeldir abey!” diyor. Şaşkınız. Zanzibarlı bir delikanlı bizimle Türkçe konuşuyor. Hayırdır, sen Türkçe’yi nerede öğrendin? diye sorduğumuzda: “Abey, biz Zeytinburnu çocuğuyuz!” diyor. Cemal. Üç yıl deri atölyesinde çalışmış. Anne babası çağırdığında koşa koşa geri gelmiş çok sevdiği İstanbul’dan. “Hastaydılar abey, ana babanın sözünden çıkılmaz burada” dedi.

xxx

Belh… Evet, Mevlana Celaleddin’in doğup, beş yaşına kadar yaşadığı yer. Şimdilerde aynı adlı Afganistan vilayetinin bir ilçesi.

Hoca Bahauddin Veled Medresesinin restorasyon çalışmaları kapsamında ziyaretteyiz. Rabia Belhi mescidinden çıkışta yanımıza bir delikanlı geliyor. Seyfullah. Babası Tacik, annesi Türkmen. Zarenç kullanıyormuş. Türkçesi Türkmen’den ziyade bir Muğla delikanlısının ağzındaki şeker gibi eriyor. Etrafına bakıp, “garsonluk yaptım reis” diyor. Otellerde turistlere hizmet ettiğini, şortla denize girdiğini etrafımızdakiler anlamasın dercesine kısık sesle, utanarak söylüyor. Dört yıla yakın çalışmış. Onbin dolar biriktirmiş; başlık parası için. Geldiğinde ise nişanlısını zengin bir adama oniki bin dolara üçüncü eş olarak verildiğini öğrenmiş. Geri dönmek istemiş, vize çıkaramamış. Kaçak vize için üçbin dolar istemişler. Zaten silleyi yemiş, bir de kazıklanmak istememiş. Bir zerenç almış, bir de küçük ev yapmış, “yaşadığımıza şükür reis!” dedi…

xxx

Alemdağ… Evimi oraya kurdum. Yirmi yıl öğretmenlik yaptığım dünyanın en güzel Alemdağı…

Afganistan’dan izne döndüm. Ağır bir soba aldım. Kışları terasta güzel olur diye. Firma çalışanları sobayı apartmanın kapısına bıraktı gitti. Yalnızım. Sokağa baktım kimseler yok. Uzaktan bir kağıt toplayıcısı geliyor… Ona doğru yürüdüm. Çocuk tedirgin oldu. Korkmasın diye gülümsedim. Ne dedimse yüzüme baktı, anlamadı. Bu çocuk Afgan! dedim içimden. “Qoca asty?” deyince çocuğun ağlayası geldi. “Badahşan” dedi. İçim bir hoş oldu. Bedahşan’da bir yetimhane yapmıştık… O çocuklar geldiler gözümün önüne. Kendi dilinde konuşan bir adam vardı karşısında. Adı Cengiz’miş. Bana yardım lazım, dedim. Arabasını yol ortasında bırakıp geldi. Dur, dedim. Kağıt topladığı arabayı kenara çektik. O ağır sobayı kuş gibi kaldırdık. Feyzabad’ın köyündenmiş. Yürüye yürüye Van’a kadar gelmiş. Sancaktepe’de oniki kişi bir bodrumda yatıp kalkıyorlarmış. Başlık parasını tamamlayınca evlenmek için evine dönecekmiş. Terastaki koltuğun üzerinde bir çapan vardı. Onu gördü. Dondu kaldı. Belki babasını, belki dedesini gördü çapanda. Ona vermek istedim, almadı. Cebine zorla üç kuruş koydum. Keşke başlık parasını cebine koyup onu memleketine gönderebilseydim, diye çok içerledim kendime.

xxx

“Kars’ın Selim ilçesi Tozluca köyünde oturan, dört çocuk babası, Afganistan uyruklu Sadık Uzbek, Milli Dayanışma Kampanyası’na destek oldu. Selim Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’na giderek, 200 liralık bağışta bulunan Uzbek, Türkiye’yi çok sevdiğini söyledi. Çocukken Afganistan’dan ailesiyle birlikte önce İran’a, oradan da Türkiye’ye geldiğini anlatan Uzbek, Konya’da yaşarken, 6 yıl önce Kars Selim’e taşındığını, köyde çobanlık yaptığını söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı dinlerken duygulandığını ve bağış yapma kararı aldığını dile getirdi. Türkiye’yi kendi ülkesi gibi gördüğünü vurgulayan Uzbek, “Türkiye’yi çok seviyorum…” (Kafkas Haber Ajansı-O. Kemal Oktay.12.04.2020)

Ebubekir Kurban ne güzel demiş. Türkiye Sevgisi imandandır, derken.

xxx

Adı Ali. Halepli. İki marangoz atölyesi, yeni aldığı bir ev ve atalarının mezarları Halep’te biryerlerde kalmış. İyi patronmuş. “Oniki aile ekmek yerdi atölyelerden” diyor Ali. Üç oğlu var. Bir de anasını 9 yıldır göremeyen, yanında bombalar patlamış, sık sık atak geçiren bir eşi… Kirada kaldığı evin içini boyadı diye depozitosunu kesmiş ev sahibi. Her gün kapısını tekmeleyen, “memleketinize gidin pis Araplar!” diye bağıran, İstanbul’a on yıl önce gelip devlet arazisine çöken şivesi bile değişmemiş köylülerimiz. Bir atölyede usta olarak çalışıyor. Mesai falan hak getire. Geçenlerde eli yaralandı. Mecbur çalışacakmış. Yardım kurumlarını falan hiç bilmiyor. “İsteyemem ki hocam!” diyor.Yarın ne olacağını bilmeden yaşamak… Üç oğlu var. Sokakta bakıyorum, diğer çocukların oyunlarını kenardan izliyorlar…

xxx

Mülteciler, göçmenler, yurtsuzlar, savaş mağdurları hakkında çokça yazan, çokça konuşan 51 Yugoslav göçmeni, 86 Bulgar göçmeni, 93 Harbi Kırım göçmeni, 21 mübadele göçmeni…( Tam yazarken eve Urfalı balyacı Ömer geldi. Dokuz kardeşlermiş. Bayramın üçüncü günü. “Çoluk çocuk Urfa’da biz ekmeğin peşindeyiz abim” dedi.) Yıllar önce başka bir ülkede olup, bugün kendini yerli zanneden milyonlarca insan savaş mağdurlarına, “mağdur olmayaydınız!” diye bağırıyorlar.

xxx

Sosyal medyanın yerlisi, hayatın yabancısı insanların ya da internet kullanıcılarının bilmediği bir şey var. Hepimiz Afgan Çobanlarız. Ve birçoğumuz iki koyunu dahi güdemediğimiz halde.

Ortaokulda en büyük korkum köye dönüp çoban olmaktı. Fransızca öğretmenimiz gibisiniz! Beni her sözlüye kaldırdığında “Git köyde çoban ol, burada ne işin var!” derdi. Derdi olmayan her daim der…

Desinler! Hepimiz göçmeniz bu alemde.

İsmail Altunsaray sırtı pek olanlar için söylüyor: “Üryan geldim yine üryan giderim.”