Avuçlarımızın arasından bir nesil akıp gidiyor. Bir iktidar, yüzlerce sivil toplum, okullar, ilahiyatlar, imam hatipler, üniversiteler, ilgili bakanlıklar ve bağlı kuruluşlar, şimdiye kadar bize ‘Z Kuşağını’ enikonu tarif edemedi ki avuçlarımızın arasından bir neslin kayıp gitmesine mani olabilecek tedbirler, eylem planları hazırlayıp hayata geçirebilelim. Son günlerde ‘Z Kuşağına’ dayatılan hayat tarzına karşı, kaybedilen bir ruhun yeniden inşası olarak anlamlandırdıkları milli ve manevi değerlerle donanımlı bir gençliğin yetişmekte olduğunu görüyoruz.

Elif Kuşağı’ emekleme yaşını atlattı mı, kendi başına yürüyebilmeyi öğrenebildi mi, bir ruhun yeniden ihyası meselesine vukufiyetleri ne kadardır, milli ve manevi değerler ile donanımları ne derece sağlam ve sağlıklıdır? ‘Z Kuşağının’ küresel ve çevrimiçi etki gücüne ‘Elif Kuşağı’ hangi dinamiklerle karşı duracaktır? Herhalde bu soruları zaman cevaplayacak. Bunlar, başarının tahakkuku için, içinde mucizevi ümit barındıran sorular olarak burada dursun…

Biz şimdi, ‘ Z Kuşağı’ ile aramızı neden ve nasıl bu kadar açtığımızı ve aramızdaki bu uçurumu kapatabilmek için ne yapacağımızı bilemediğimizden bu ve benzeri yazıları yazıyoruz. Konuşabileceğiz ortak bir dilimiz, ortak kelimelerimiz yok. Altımızda ortak bir gelecek inşa edebileceğimiz zeminimiz yok. Birbirimizi anlayabileceğimiz mana ve mazmun haritamız yok. Biz şimdi, çok geç de olsa ‘neden böyle oldu’ diye sorarken onlar bizi sözlerimiz ile davranışlarımızın bir birbirine uymadığı için eleştiriyorlar.

Biz değerlerimizin kaynağı olarak onlara inancımızı yani Kitabımızı gösteriyor ve teklif ediyoruz, onlar da bu değerler manzumesi ‘ahlaki bir olgunluk safhasına gelemiyorsa demek ki çok da inandırıcı ve ikna edici değilmiş’ diyorlar. Evet, onlara iyi, doğru ve güzeli anlatırken hayatımızda değerlerimizin örgüleştirdiği fikir manzumesinden eser yok…

Bünyemizde ve elbet sosyal hayatımızda ahlâki normlarımızı müesseseleştirememişiz, neslimizden ahlaklı olmalarını istiyor ve bekliyoruz. Olmayınca onları suçluyor, eleştiriyoruz. Peki, biz her seferinde, karakolda doğruyu söyleyip mahkemeden şaşırmadık mı? Karakoldaki doğrumuz da korkudan başka bir şey değildi. Bize falaka zoruyla doğruyu söylettiler ve acı ortadan kalkınca şaşırdık.

Bu belki sıkıyönetimlerin şuurumuza yerleştirdiği bir korkunun tezahürüydü. Hâkim karşısında bir kurtuluş ümidiyle yalana başvurduk. Alev Alatlı’nın parmak basışı da çok yeni; “Her yasal hak helâl değildir” Hak ve adaletten yana olmak yerine ceza kanunlarına göre tavır geliştirdik. Ve bir ahlâk oluşturamadık… Çünkü kanunlar bize hiçbir zaman ‘ahlâklı olursan kurtulursun’ demedi.

Karakolda ne dersen de, mahkemede cürmüne uygun ceza maddesine göre savunma geliştir dedi. Hak ve hakikatlerimize uygun bir kanun maddemiz var mı bizim? Bir ahlâk manzumesi ortaya koyamadıysak önce hakikatlerimize uygun bir kanun maddesi yani bir hukuk müktesebatı mı üzerinde mi çalışmalıydık?

Mevzuu dağıldı diye düşünebilirsiniz ama meselenin uzağına düştüğümü zannetmiyorum; İlk günahımız komşumuz açken tok yatmak yani zekâtı layıkıyla vermeyişimiz olabilir mi? Değil, zekâtı bizden metazoru alacak zekât memurlarından yoksun oluşumuzdur. Çünkü ahlâk, hukukun gölgesinde gelişebilmektedir. İçine, ‘X, Y, Z Kuşaklarının faal bir şekilde dâhil edebileceğimiz hakikatlerimize sıkı sıkıya bağlı bir sosyal hayat tesis edemedik. Yani bildiklerimi yüzleştiremedik hayatla ve sınamaktan korktuk… Karakolda doğruyu söyledik, fırsatını bulunca yalana başvurduk.