‘‘ Hiçbir şeyin birbirini tutmadığı ve her şeyin en şaşırtıcı şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünyada bilmediğimiz bir yerde kopan bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış bir panayırda imişim gibi yaşamaya başladım.’’ Tanpınar’ın tarif ettiği bu panayırı fark edenlerin, ilk sorusu ‘bize ne oldu’ olmalı.

Pekmez v e çilek kokulu evlerin odalarında, gaz lambasında kafa kafaya vererek ders çalışan dünün çocuklarının ortak hayali; herkese faydalı olmaktı. Okuyup, hem ailemizi kurtaracaktık hem de köyümüzü. İkisi de olduğu yerde kaldı. O mütevazı, hoş görülü, merhametli halden eser kalmadı. Paraya, makama itibar çoğalınca, hırsın ve öfkenin oyuncağı olduk.

Önce büyüklerle ilişkimizi kestik, sonra da saygı kaldırdık ortadan. Makamın bize verdiği güçle her şeye hükmeden olduk. Bize öğretilen doğrular, menfaatçi ve iki yüzlü insanı kabul etmediği için, doğru kelimesini de kendimize uydurduk. 

 Elimizde telefon sürekli konum bildirip, selfie çektik, uçaktayız, restorandayız,  tatil beldesindeyiz, hatta cenazedeyiz diye. Yani halimizle, tavrımızla mahrem adlı kelimeye kafa tuttuk.  Ölüyü resmederken, ölümü hatırlamayacak kadar içi buz kesen insandan vicdanlı olmasını beklemiyoruz değil mi? Biz vicdanlı oluşu kaybettik…

Hal böyle olunca da, kestane kokulu sokakların yufka yürekli çocukları gitti, yerine kalabalık caddelerin gururlu ve egolu yüzleri geldi.

Artık üç kelime yetiyor insanlığa. -Merhaba, nasılsın, görüşürüz.-   Bu soğuk, bu üşüten dost çehresi, her birimizin tedirginliği oldu.

 Bize ne mi oldu? Geçmiş olsun! Kendimiz kaybettik,  dostluğu kaybettik, insanlığımızı kaybettik.

Şimdi Hepimizin ortak noktası; huzursuzluk ve güvensizlik. ‘’Mutsuz insanlar bencil, kinci, acımasız olur, kolaylıkla haksızlık yapar, birbirlerini anlamayacak kadar ahmaklaşırlar.’’ Diyen Çehov, çok haklı.  Mutsuzluk o kadar çoğaldı ki, değil birbirini, kendini anlamıyor artık insanlar.

 Kaç kilometre sonra huzura kavuşacağım, ihanete uğramamak için sağa mı sapmalıyım. Dimdik gidersem beni vefa mı karşılayacak ya da rant kavgalarının içinde harcanıp, gitmemek için  koşmalı mıyım?  Sürekli deli sorular içimizde.

Bu didişme kasırgasıyla ablukaya alınan ben, Cemil Meriç’in söylemiyle ’Uyku ile uyuşukluk arasında rakseden  bir hayat’ düzenine sitem etmeliyim .

Şairlerle konuşmayı unutan bir milletin kültüründe çürüme başlamış demektir, şairlerle konuşun…

Hangi sese kulak vermeliyim diyoruz ya! Sizi bilmem ama ben cehennemin sesine, şiire kulak vereceğim.  Cehennemle buluşmadan; şiir, yazı doğmaz.

Meriç karanlığın ateşinde yandı, ben de hasretin. Uzağın adına cennet dedim;  koklayamadığım, dokunamadığım uzağın içinde annem var. Çocukluğum, hatırlarım, ben varım. Ya da beni boş verin. Zaten bazen hepsi hafızamdan siliniyor. O vakitler göğe çakılıp, nefes nefese duada buluyorum kendimi. 

Avuçlarımı kime bağışlayacağım?  Bin köşeli yüzlere mi? Yüzüme gülüp, arkamdan kuyumu kazan dostlarıma mı?

Hani diyor ya Oğuz Atay: ‘‘Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim.’’ O niyette bir güzel söze ihtiyacımız var, bir de kitaptan gelen, samimiyete.

Biz, sadakati, içten sevmeyi, biz şiiri unuttuk. Mahalle büyüdükçe, şair de büyüdü. Dergiler çoğaldıkça, çeteleşme başladı. Her mahalle kendini alkışladı.  Bedelsiz, acıya gömülmeden, ölüm esnekliğini bedende hissetmeden, mahşer terini alnımızda gezdirmeden, şiirler yazdık.

Şairlik ilhamla değil, imkânla öne çıktı.   Sosyal medya platformunda beğen tuşları, nitelik için değil, etiket için devreye girdi.  Şairlerin reklamını yaparak, şiiri ikinci sıraya aldık.

Bize ne mi oldu? Biz şiirden gelen irkilişi, aşkı, çığlığı, kaybettik.  Edebiyatın ticari boyutunu büyüterek, kalbin sesini kıstık.

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Mehmet Akif: ‘‘Neden azmin bu kadar yüreksiz? Sen mi yoksa davan mı yüreksiz.’’ Kalbinize emanetsiniz...