Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü incitmek îtikadımızı mahvetmeye yeter. Hucurât Sûresi’nin birinci âyet-i kerîmesi, her ne kadar sahabiler arasındaki bir hâdiseye işaret ediyorsa da, bizim için alınacak pek çok dersler içerir. Bu sure insan, toplum ve toplulukların birbiriyle irtibatı ve terbiyesi açısından çok önemlidir. Cenab-ı Hakk orada, bunlara dair pek çok emir ve nasihat buyuruyor. Surenin baş tarafında ise Allah c.c., Rasülü (s.a.v.) Efendimize karşı o gün sahabeyi uyarırken, bugün de bizleri şöyle ikaz ediyor:

1- “Ey iman edenler! Allah'ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

Bu yasaklamaya göre mü’min, gerek hüküm, karar ve tercihlerinde ve gerekse davranışlarında Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmemekle yükümlü kılınmaktadır.

Yalnızca “Allah’ın...” demek yeterli olacağı halde Rasûl’ün de zikredilmesi, onun dinin tebliği yanında dini açıklama, uygulama ve ilâhî bildirime dayalı olarak tamamlamadaki önemli rolüne işaret edilmekte; Rasûl’e itaatin de dolaylı olarak Allah’a itaat mânasına geldiği gerçeğinin altı çizilmektedir. Hz. Peygamber zamanında, onun yanında bulunan mü’minler, hem irade ve kararda hem de fiil ve davranışta onun önüne geçmemek, onu beklemek, gözetmek, peşinden gitmek, izni ile hareket etmek durumundadırlar. Onun bulunmadığı yer ve zamanlarda “öne geçmemek ve geçirmemek”, dine aykırı bir karar vermemek, bir şey yapmamak mânasına gelmektedir. “Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçirmemek” de, önemi ve değeri ne olursa olsun -kişinin kendi nefsi dâhil- hiçbir kimsenin irade ve rızasını, Allah ve Rasûl’ünün irade ve rızasının önüne geçirmeme, onu buna tercih etmeme, önceliği ilâhî irade ve rızaya verme anlamına gelmektedir.

Devamındaki dört âyetle birlikte değerlendirilince, O’na saygının nasıl olması gerektiği ve bu saygıyı göstermeyenlerin nasıl birer insan olduğu açıkça anlaşılacaktır. Zaten Rabbimiz Kendi mübarek ismiyle Rasûl’ünü birlikte zikrediyor yukarıda. İkinci âyet ise şöyledir:

2.”Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.”

Buhârî’nin rivâyetine göre Hz. Peygamber ile görüşme yapmak üzere Temîmoğulları’ndan bir heyet gelmişti. Görüşme sırasında Hz. Ebû Bekir ile Ömer de orada idiler. Kabileye başkan yapılacak kişi üzerinde bu ikisi ihtilâfa düşüp Hz. Peygamber’in yanında seslerini fazla yükselttiler. Bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Artık onun yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamber Efendimiz “İşitemedim, tekrarlar mısın?” diyordu.

“Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, Allah'ın, gönüllerini takvâ (Allah'a karşı gelmekten sakınma) konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.”

(Ey Muhammed!) Odaların arkasından sana bağıranların çoğu aklı ermeyen kimselerdir.

“Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabredip bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olacaktı. Yine de Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”

Benî Temîm isimli bedevî kabilesi Hz. Peygamber’i görmek, tanımak ve buna göre bir ilişki kararı almak üzere Medine’ye gelmişti. Peygamber efendimiz her öğleden sonra yaptıkları gibi bir süre dinlenmek (kaylûle yapmak) üzere odalarına çekilmişlerdi. Kabile mensupları, kendilerine bu durum bildirildiği halde Rasûlullah’ın evinin önünde, kaba bir şekilde “Muhammed, Muhammed!” diye bağırmaya başladılar. Bu davranışları hem edebe aykırı idi hem de onu rahatsız etmişti. Ama eğitim ve idrak seviyeleri henüz yaptıklarının kabalığını, yersizliğini anlayacak ölçüde değildi.

Kur’an, kıyamet sabahına kadar geçerli olduğuna göre bu âyetler, bugün de önemini aynen devam ettirir ve şüphesiz ki O’nun Sünnetini öne çıkarır. Bu gerçekler bize, O’na karşı saygımızı her hal içerisinde göstermemiz gereğini hatırlatır.

Yüce Allah (c.c.), îmanımızı sarsacak ve tehlikeye düşürecek her türlü halden korusun. Rasûlü’nün güzel Sünnetine uymayı nasîb eylesin!

PEYGAMBER EFENDİMİZE TABÎ OLMAK

Şurası bir gerçektir ki, bir toplumu yeniden inşâ etmek sadece teorik bir eğitimle mümkün olmaz. İstenilen değişikliği elde etmek için, fertlerin uygulamalı bir eğitimden geçmeleri gerekir. İnsanların önündeki rehber bir uygulayıcı, amaçlanan değişikliği kazandırmada büyük etkendir. Bu husus özellikle din eğitim ve öğretiminde daha çok gereklidir. İnsanların dîni anlama ve yaşama biçimlerinde değişime uğramaları, kolay bir hâdise değildir. Çünkü din, insanın en değerli varlığı olup, onun hayatı algılama biçiminde doğrudan etkili bir olgudur. İnsanın yaratıcısı olan Allah (c.c.) onu en iyi tanıyan olduğundan yalnızca kutsal kitaplar göndermekle kalmamış, ayrıca onları uygulamaya geçirecek peygamberler de göndermiştir. Bu sebeple Allah (c.c.) yeryüzüne peygambersiz bir vahiy bütünü göndermiş değildir. Hâlbuki kendisine yeni bir kutsal kitap indirilmeyen pek çok peygamber gelmiştir. Dolayısıyla peygamber göndermek Allah’ın insanlara büyük bir lütfudur. Peygamberimizin (a.s.) bize örnek ve önder oluşunu ifade eden âyetlerden biri şöyledir: “Andolsun ki Allah’ın Rasûlü’nde sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”

Bu âyette, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numûnesi olduğu ifade edilmektedir. Böylece Rasûlullah’ın (a.s.), hislerine mağlup insanları memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım nazarî kaideler öğretmekle görevli olmayıp, O’nun hedefinin insanlığa amelî kaideler öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışıyla izah ve tarif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır. Peygamberlerin ve onların sonuncusu Efendimizin (s.a.v.) mükemmel örnek oluşunda Allah’ın onlara verdiği güzel ahlâk da önemli bir yer tutar. Allah (c.c.), bir âyetinde bu hususa Peygamberine yönelttiği şu hitabıyla işaret eder:

“Ve sen, elbette yüce bir ahlâka sahipsin.”

Allah’a itaatten maksat, O’nun gönderdiği Kitab’a yani Kelâmullah olan Kur’an’a, ondaki emir ve yasaklara itaattir. Allah’ın Rasûlü’ne itaat ise sağlığında bizzat kendisine, O’nun emir, yasak ve talimatlarına; âhirete irtihâlinden sonra ise Sünnet’ine tâbî olmak anlamındadır. Bugün için Rasûlullah’a (a.s.) itaat etmek, O’na tâbî olmak, anlaşmazlıkları kendisine götürmek ve kendisini örnek edinmek, bütün bunlar ancak O’nun Sünneti’ne başvurmakla mümkündür. Değilse bütün bu âyetler işlevsiz kalmış olur.

Yine O’nun hükümlerine boyun eğmek, sağlığında kendisinin çeşitli konularda verdiği hüküm ve kararlara itaat etmek; vefatından sonra da benzer konular karşısında Rasûlullah’ın (a.s.) ortaya koyduğu çözümleri esas almak anlamına gelir. Yani Sünnet’e uymak, bugün için ancak bize Sünnet’i aktaran birer araç olan hadislere tâbî olmakla mümkündür.

Bu yönüyle Sünnet, yukarıda ifade edildiği üzere Kur’an’ın hayata geçirilişidir.

Bu konuda Peygamberimizin yeri geldikçe zikrettiğimiz şu uyarıları ne kadar da dikkat çekicidir ve adeta onların yüzüne büyük bir şamar olarak vurulmaktadır:

"-Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin:
"-Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse, onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse, onları haram sayarız," diyeceği zaman yakındır. Bilin ki; Allah'ın Rasûlü'nün haram kıldıkları da, tıpkı Allah'ın haram ettikleri gibidir."
Bu hususta Allah Rasülü’nün şu ifadeleri aynı zamanda bir vasiyettir:
"-Size iki şey bırakıyorum: Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız. Allah'ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti." 

ANLAŞMAZLIĞA DÜŞÜNCE NE YAPMALIYIZ?

Pek tabiidir ki insanlar aynı inancı paylaşsalar da, hep aynı düşünce içerisinde olamazlar. Bazı zamanlarda görüş ayrılıklarının çıkması ve anlaşmazlığa düşmek mümkündür.

İşte yüce Mevlâ’mız böyle bir durumda mü’minlerin yapacağı şeyi haber verirler:

“Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inandığınız takdirde onu, Allah’a ve Peygambere arz edin. Bu, sonuç olarak daha hayırlı ve daha güzeldir.”

Âyet-i kerîmede geçen “Allah’a arz edin” emriyle Kur’an’a başvurmak anlaşılır.

“Rasûlü’ne arzedin!” emriyle de O’nun Sünneti anlaşılmaz mı? Tefsir âlimleri ve ehl-i sünnet uleması bu şekilde anlamışlardır. Yukarıda geçen Hz. Muaz hadisi de bunu teyid eder.

“Sünnetin önemini belirleyen temel öğe, Kur’an-ı Kerim’dir. Zira Kur’an, pek çok âyetiyle Sünnet’e bağlılığı ve itaati emretmiş, Allah’ın Elçisi’ne Kur’an’ı açıklama vazifesini vermiş ve O’nun Allah’a (c.c.) tâbî bir şâri’ olduğunu dile getirmiştir. Buna göre, -tabir yerindeyse- bu ilişkilerde Kur’an, en etkin roldedir. Sünnet’i ve onun Kur’an karşısındaki durumlarını öncelikle Kur’an ortaya koymuştur.

Sünnet, bir anlamda Kur’an’ın başlıklar halinde verdiği birçok konunun içini doldurmuş, diğer müdahalelere karşı Kur’an’ı belli bir çizgide, Allah’ın (c.c.) muradının gerçekleştiği yönde tutmuştur.