“Güneş batıdan doğmadan kıyamet kopmaz. Güneş batıdan doğunca, onu gören bütün insanlar iman edecekler. Fakat bu an, (Kur'an’da zikredilen) 'Rabbinin alâmetlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmeyen yahut imanıyla hayır kazanmayan hiçbir kimseye o günkü imanı asla fayda vermez,” (6 En’am 158) ayetinde ifade edilen zamandır.” (Buhârî, tefsîr 9, rikâk 40).

İman etmek ya da ehli iman olduğu halde tevbe etmek için iki zaman dışı gerekir. Onlar da biri kıyamet saatini belirleyen yukardaki ayet ve hadiste geçen o an, diğeri de sekerat-ı mevt yani ölüm halidir. Bunların dışında bu kapı daima açıktır.

Tevbe, yüce Allah’ın rahmetinin bir eseridir. Yeter ki insan o zamanlara kalmadan hatasını anlasın ve O’na yönelsin. Samimiyetle bu kapıya varsın ve çaksın.

Bir çocuğu düşünelim. Anne ya da babasını kızdırmış, onlar da onu kapı dışarı atmıştır. Ama o, kapının bir yanına oturmuş, boynunu bükmüş, suçluluğunu anlamış olarak orada beklemektedir.

Bir müddet sonra annenin kızgınlığı geçince bakar ki, yavrusu kapıda bir suçlu hâlet-i rûhiyesi içerisinde beklemektedir.

Tam bu esnada yavrusu ona bakar ve: “Anne, ne olur beni affet, hata ettim!” derse, anne o çocuğu evine almaz mı? Hatta kucağına basmaz mı?

İşte Allah’ın kullarına bahşettiği bir kapı olan Tevbe kapısını da, kulların böyle beklemesi gerekir. O, merhametlilerin en merhametlisidir.

Hz. Âdem Atamız ile Havva Anamızın;  

“Biz nefislerimize zulmettik,” (7 A’raf 23) duasıyla kul, Mevla’sına yönelmeli, O’nun bu sonsuz merhamet ve lütfundan istifade etmelidir.

ÜMİTSİZLİK YOKTUR

Allah (c.c.) bağışlayıcıdır. Kişi hayatında da, vefatı anında da daima Rabbinden ümidvar olmalıdır. Bunu açıkça belirten âyet ve hadisler gelecektir.

Hakikaten ümid çok önemli bir husustur. Zira ümitsiz olan insan manen yıkılır, ıstırap çeker, ruhen bunalımlara girer. Bu, dünya işinde de, âhiret işinde de böyledir.

Ancak, pervasızca Allah’a karşı isyankârlık içinde günah işleyerek yaşar sonra da;

“Nasıl olsa Allah affeder, rahmeti boldur,” diyerek boş ümitlere kapılırsa, kendisine yazık eder. Çünkü bu gerçekten ahmaklıktır. Bu adamın hâli, ekmeyince kaldıramayan bir çiftçinin haline benzemez mi? Ekim yapmayan bir çiftçinin, bir şey kaldırması mümkün değilse, güzel amel işlemeyen de, boş yere ümide kapılmamalıdır.

Yalnız, bir kul gücü yettiğince kulluk konusunda çaba sarf eder, eksik ve hatalarından da tevbe edecek olursa, tabii ki ümidvar olmayı hak edecektir. Ama günahkâr bir kul da işlediği günahlardan sonra, ben tevbe etsem Rabbim beni affetmez dese ne olur?

Tabii ki bu da hiç doğru değildir. Yıllarca kendisini inkâr eden bir kâfiri bile affeden Rabbimiz, bir mü’mini affetmez mi? İşte hükm-ü ilâhi:

-”De ki! Ey kendilerine karşı haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyin! Çünkü Allah, elbette bütün günahları bağışlar ve herhalde O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (39 Zümer 53)

O halde Rabbimizden gayrîsine bel bağlamamalıyız. Sadece O’ndan ümitli olmalıyız.

ŞÜPHESİZ Kİ KORKU; İNSANI AHİRETE HAZIRLAR

Sağlam bir îman ancak bunlarla mümkün olur. Ancak korkuyu da bırakmamalıdır. İkisi arasında bulunmalıdır.

Bu konuda bazı âyet-i kerîmelere bakalım:

“Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün.) Şimdi, yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı! (denilir).” (3 Âl-i İmran 106)

“İyiler muhakkak cennettedirler, kötüler de cehenneme girerler.” (82 İnfitâr 13-14)

Şüphesiz ki korku insanı âhirete hazırlar. İbadeti artırarak ebedî hayatı kazanmaya yöneltir.

Eğer sırf ümîd olursa nefis ve şeytanın boş vaadlerinden dolayı tembelliğe yönelir.

Korku ve ümid konusunda bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Cennet size, ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.” (Buhârî, rikak 29).

İşte ümid, işte korku. Bu ölçüyü kaçırmamak lâzım! Zîra bizim bilmediğimiz öyle şeyler vardır ki, onları bilebilseydik acaba halimiz nice olurdu?

Bakınız ağlama konusunda bizi sevindirip ümitlendirecek bir hadis-i şerife:

Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Allah korkusuyla gözyaşı döken kişi, sağılmış süt memeye dönmedikçe cehenneme girmez. Cihad tozu ile cehennem dumanı asla bir araya gelmez.” (Tirmizî, fezâilu’l-cihâd 8, zühd 9)

Süfyân-ı Sevrî de şöyle der:

-Bir kimse günah işlediği vakit, Allah Tealâ’nın onu affetmeye kadir olduğunu bilip mağfiret edeceğini umarsa, Allah Tealâ onu mağfiret eder.

Zîra Allah (c.c.) bir kavmi kınayarak haklarında şöyle buyurmuştur:

“Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannınız (yok mu?). İşte sizi o helâk etti.” (41 Fussilet 23)

Demek ki zannın da temiz ve halis olup affeder ümidini taşıması gerekir.

Aksi olan zan, kulları ümidden uzaklaştırır ve helakine sebep olabilir. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurur:

“Kötü zanda bulundunuz. Bu yüzden helâke mahkûm bir kavim oldunuz.” (48 Fetih 12)

Allah’ı (c.c.) ve Rasûlü’nü (s.a.v.) seven, İslam’ın emir ve yasaklarına riayet eden, ihlâs ile bu yolda yürüyen kul, tabiî ki Rabbinin rahmetini umacak ve inşaallah kazançlı çıkacaktır.

RABBİMİZİN MÜJDESİ

İşte Rabbimizin müjdesi:

“-Hakîkat, Allah’ın kitabını okumaya devam edenler, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve aşikâr infak edenler, kat’iyyen kesad bulmayacak bir kazanç umabilirler.”

Muhakkak ki Allah’ın rahmeti sonsuzdur. Kâinattaki mahlûkatın birbirine olan muhabbeti bile, O’nun merhametinin eseri değil midir? İşte Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in şu Hadis-i Şeriflerindeki kadının, çocuğuna karşı hali bu hususu açıkça ortaya koyar:

“Ömer (r.a.) demiştir ki: Rasûlullah’a bir takım esirler getirildi. Onların içinden bir hatun memesini sağar, bulduğu çocuklara içirirdi.

(O kadın çocuğunu yitirmişti. Memesinde toplanan süt ise kendisine sıkıntı veriyordu.) Vakta ki, esirler içinde çocuğunu bulunca aldı. Kucağına bastı ve emzirdi.

Onun bu halini görünce Rasûli Ekrem (s.a.v.) bize:

“-Şu kadını, çocuğunu ateşe atar zanneder misiniz? Biz:

-Hayır, ateşe atmaz ve atmamağa da kadirdir, dedik. Bunun üzerine Rasûlullah:

“-Allah’a yemîn ederim ki; şu kadının çocuğuna merhametinden, Allah’ın kullarına merhameti çok ziyadedir,” buyurdu. (Buhârî, edeb 18)

Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: Ebû Hureyre (r.a.) demiştir ki:

-“Ben Rasûlullah’ın, “Allah Teâlâ rahmeti yüz cüz kıldı ve onun doksan dokuzunu kendi katında alıkoydu. Bir bölümünü yeryüzüne inzal etti. İşte o bir cüz, bütün halk arasında taksim olunur ve halk birbirlerine onunla merhamet ederler. Hatta bir kısrak, yavrusuna isabet eder korkusuna binâen (o tek bir parça rahmetten dolayı) ayağını kaldırır.” dediğini işittim.” (Buhârî, edeb 19, rikâk 19)

Allahu Zü’l-Celâl’in bu yüce merhametini, sonsuz rahmetini işitince kulun ümitlenmemesi mümkün müdür? Yeter ki insan, ihlâsla Rabbine bağlansın... Muhakkak O, kullarını yakmak için yaratmadı.

O’nun sevgili Rasûlü de çok merhametliydi.

“Cerir Hazretlerinin rivayeti üzere; Rasûlullah (s.a.v.):

 “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz,” (Buhârî, tevhîd 2, edeb 27) buyurdu.

Ebû Hureyre (r.a.) bu hadisin sebebi vürudunu yani söylenme sebebini şöyle beyan eder:

“-Rasûlullah (s.a.v.)  Hz. Hasan’ı öptü. O anda huzurunda Akra’ b. Habis vardı. (Bu durumu görünce şöyle) dedi:

-(Siz çocukları öper misiniz?) Benim on çocuğum var, bir tanesini öpmedim. Rasûlullah (s.a.v.) onun yüzüne baktı ve:

“-Merhamet etmeyen kimseye, merhamet olunmaz,” (Buhârî, edeb 18, Müslim, fedâil 65) buyurdu.”

Başkasına merhamet etmeyen kimseye, başkasının merhamet etmediği gibi, Allah’ın (c.c.) kullarına ve diğer bütün mahlûkatına merhamet etmeyen kimseye de, Allah merhamet etmez. O halde Allah’ın rahmet, merhamet ve affından ümitli olabilmek için önce biz merhametli ve başkalarını affedici olmalıyız. İşte o zaman Allah’ın (c.c.)lütfunu umabiliriz.

Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah varlıkları yarattığı zaman, kendi katında arşın üstünde bulunan kitabına, “Rahmetim gerçekten gazabıma galiptir,” (Buhârî, tevhîd 15, 22, 28, 55) diye yazmıştır.” 

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), Ashab-ı Kiramı devamlı korkutmak yahut da devamlı ümitlendirmekle diğerini ihmale gitmezlerdi. Her ikisini dengeli tutarlardı.

Zaten malumdur ki, İslâm her konuda orta yolun tutulmasını emretmiştir. İfrat ve tefritten kaçınılması ve orta yola uyulması kul için daha hayırlıdır. İşte bu sebepledir ki bir kul, korku ve ümîdi şahsında toplamalıdır.