Başından süzülen kan toprağa değil, adeta yüreğimize aktı 6 yaşındaki İbrahim’in. Asrın celladı Beşşar Esad’ın zulmünden kaçıp, kardeşleriyle sığındığı ülkemizde ırkçı nefretin kurbanı oldu. Olsundu. Neler görmemişti ki, bu küçücük yaşında. Yaşıtlarının varil bombalarıyla parçalanan cesetleri Halep’in, Humus’un sokaklarına dağılmış, anneler evlatlarını toprağa verecek bir el, bir parmak aramıştı çaresizce bu kül yığının içinde. Yine de hiçbir acı, sığındıkları bu merhamet yurdunda işlemedikleri bir suçun cezası olarak kendisine reva görülenler kadar yaralayamazdı onu. Ankara’da bir sokak kavgasında ömrünün baharında yaşamını yitiren Emirhan’ın katili bu küçücük Suriyeli çocuk olabilir miydi? Elbette hayır. Gözü dönmüşçesine insanların evlerini taş yağmuruna tutan sefih güruh mudur peki asıl suçlular? Gözaltına alınanların en az yarısının “gasp, hırsızlık, uyuşturucu satıcılığı ve tacizden sabıkası” olsa da, en az onlar da Suriyeli muhacirler kadar kurbanlar. Neyin mi?

SUÇLU SEFİL GÜRUH DEĞİL POLİTİKACILAR

Toplumu birleştirmesi, adaleti çoğaltıp, nefreti yok etmesi gereken siyasilerin kurbanı. İktidar hırsı, makam arzusu yüzünden insanları birbirine kırdırmaktan çekinmeyen politikacılar asıl suçlular. Seçimlerde yatırım yapmayı değil, Suriyelileri kovmayı vaat edenler bu çirkef linçin sorumluları. Fakat ikiyüzlülükleri karşısında hayrete düşmemek elde değil. Bir yandan nefreti pompalıyor, savaşta mazlumu değil; katili destekliyorlar. Diğer yandan, kışkırttıkları insanların vahşetini gösterip, Hükümeti Avrupa’ya şikayet ediyorlar. Türkiye’nin mülteciler için güvensiz bir ülke olduğunu, devletin insanların can güvenliğini sağlayamadığını söyleyerek AB başkentlerinde insan hakları şövalyeliğine soyunuyorlar. Irkçılık ile bölücülük, nefretle ikiyüzlülük ittifak yapıyor. Nasıl bir çirkefe denk geldik? Hiç mi umut yok?

MUHAFIZ

Anadolu’nun şirin ilçesi Selçuk’ta 14. Yüzyıldan kalma İsa Bey Camii’ni ziyaret ettik önceki gün çocuklarla. Aydınoğulları’ndan kalma bu benzersiz caminin sütun başlıklarını, muhteşem mihrabını defalarca olduğu gibi yine hayranlıkla seyre dalmışken, imamın çocuklarımla yaptığı sohbete kulak kesiliyorum. Abdestin faziletlerini anlatıyor usulca. Bir yandan Efes’i ziyaret edip, bu camide soluklanan yabancı turistlere su ikram ediyor. İçeri giren herkese adeta bir derviş gibi hizmet ediyor. O durgun ve huzur veren sesine, o İslam’ın inceliğinin cisminde vücut bulan nezaketine hayran olmamak elde değil. Yanına gidip selam veriyorum.

Yine o tebessümü eksik olmayan yüzüyle karşılıyor beni. Bir ara imam odasının duvarındaki resme gözüm ilişiyor. 26 yaşındayken PKK’lılarca şehit edilen özel harekât polisi Ahmet Alp Taşdemir’in bir resmi bu. O şehit olduğunda adeta gökler yas tutmuştu. Eşi, bir yaşındaki yavrusunu kucağına basıp şöyle haykırımıştı: “Ağlamayın. Düşmanı sevindirmeyin. Dik durun. Ezanı susturmadı, bayrağı indirmedi” “Demek bu şehidimizi çok seviyordunuz” dedim.

Gözlerine hücum eden yaşlara artık mani olamadı. “Oğlumdu” dedi sesi titreyerek. Adeta zaman durdu. Gök yarıldı sandım. Yüreğindeki kafeste zaptettiği binlerce güvercin mabedin kubbesinden göğe uçtular. “Üç oğul yetiştirdim. İkisi hafız oldu, biri şehit” dedi. “Onlar bu dinin ve bu vatanın muhafızları”. Bir kez daha anladım ki şehadet, şehit gibi yaşayanlara; evini bir mektep gibi yapanlara nasip oluyor. Nezaketiyle mest eden İbrahim Hoca kor gibi yanan yüreğini nefretle değil, merhametle doldurmuş.

O da bir muhafız. Bu nefret ikliminde, adeta çölde bir vaha. Irkçılığa, bölücülüğe, kötülüğe karşı güzelliğin, vatanın muhafızı. Onlar sayesinde umut var.