Çakı taşıyan adamları tanır mısınız? Ben onların sonuncularına şahit oldum. Evet, bir Peygamber sünnetidir. Hatta Sultan II. Abdulhamid de bir çakı taşırmış. “Ola ki düşman eline düşersem, canıma kıyayım” diye, böyle rivayet olunur.

Gittiğim yerlerden çakı, o yörenin çeliğiyle dövülmüş bıçaklardan alırım. İlk çakımı ninem vermişti. Daha altı yedi yaşlarındaydım. Minik bir sebze çakısıydı. Metal kabzası kıpkırmızı, üzerinde, ördek desenleri olan o çocuk avucumda kaybolan bir çakı… Benden üç yaş büyük bir çocuk üzerime geldiğinde onu çıkarmış, “seni keserim” demiştim. Çok pis gülmüştü. Hâlâ utanıyorum. Ya da utanma değil, başka bir duygu. Sonra bana sustalısını çıkarıp gösterdi, kahkaha atarak gitti. O gün o kırmızı çakıya çok kızdım.  Bir daha çıkarmadım. Ama onu atmadım da. Her elimi cebime atışımda avucuma alıp sıktım…

İran’da büyük pazardan, Bazar-ı Cuma’dan, Kosova’da Fadıl Vokrri Stadyumu’nun yanında kurulan bit pazarından, Mezar-ı Şerif’te Ravza’nın kenarına açılan tezgâhlardan, Tiflis’te Kuru Köprü’deki bit pazarından bıçaklar aldım… Bunların bir kısmını hediye ettim, bir kısmı ise benim için “hançer-i figan” olarak elimin altında duruyorlar. Bu tabir Dune-Çöl Gezegeni romanında kullanılan muhteşem bir tabirdir: Hançer-i Figan. Sesin bıçak gibi kesmesi.

Bursa işi bir çakımı feribota binerken, güvenlikçiler, bununla feribota binemezsin, dedikleri için emanete bıraktım. Emanetçi bir ay süre vermişti kaç zaman önce… Halbuki kaç kere x-ray cihazından geçerken görülmüş, görenler hayran olmuş, bir müddet onlarda kalmıştı. Hakikaten, sapı da çeliği de, kesişi de muhteşemdi. Belki bir gün emanetçiden alırım, verirse tabi.

Mezar-ı Şerif Mevlana Celaleddin Havalimanı’ndan geçerken bavulumu açmak istediler. Bavulun bir kenarında bana hediye edilmiş bir bıçak vardı. Gümrük Müdürü Hacı Favad sağ olsun, bavulu açtırmadı. Ama Hacı Favad gelene kadar görevlilere demediğimi bırakmadım. Alman askerlerin X-Ray cihazına girmeden ellerini kollarını sallaya sallaya geçip gitmeleri kanıma dokunuyordu. “Elin gavuru memleketinize böyle girip çıkarken benim bıçağıma mı gücünüz yetiyor ulan!” demiştim. Şimdi pişmanım bu sözümden.

Bir çakımı, bir çakmağımı, bir de öfkemi Kabil Hamid Karzai Havalimanı İç Hatlar dedektöründeki görevliler aldılar! Görevli kadın, havayolu kurallarının yazılı olduğu afişi göstermiş, bunlarla geçemezsin, demişti.

Her neyse… Bazı geçişlerde şansımı zorladım. Ama deniz ve havayoluyla uyuşturucu trafiğinin normalleştiği hava ve deniz limanlarında her durdurulduğumda, Necip Fazıl’ın o meşhur sözü aklıma geldi: Kanunlar örümcek ağlarıdır. Küçük sineklerin takıldığı, büyüklerin ise delip geçtiği.

Kabil Hamid Karzai Havaalanı’nda on binden fazla insan sersefil beklemeye devam ediyor. Amerikan askerlerinden namertlik hikâyeleri; Türk, Katarlı, Azerbaycanlı askerlerden kahramanlık öyküleri çıkarıyoruz. Bir Afgan bebeğin altını temizleyen Türk kadın asker, Bir çocuğu kucaklayan Azerbaycanlı asker, bayılmış bir Afgan’a meyve suyu veren bir Amerikalı asker, işin suyunu çıkaran kurtarma operasyonu adı altında sıcak hangarlara götürdükleri insanlar üzerinden PR yapan Katar askerleri… Geçelim bunları! Havaalanında on binden fazla insan var ve gayriinsani şartlarda bekliyorlar. Zaman zaman Taliban’dan silahsız sözcüler gelerek bu insanlara sesleniyorlar: Gitmeyin, Kimseye zararımız olmayacak. “Ülkenizi terk etmeyin!” diyorlar. O insanların korkularını anlayabiliyorum. Onlar örümcek ağlarına takılan sinekler gibiler. Örümcek ağını özel uçaklarla delip geçen savaş ağaları, silah baronları, politikacılar kadar büyük değiller. Herkesin gözüne batacak kadar küçükler ve küçük görülmeye devam ediliyorlar. Geçici hükümet kurma görüşmelerinin bir kısım oturumları BAE’de sürerken özel bir uçakla BAE’ye inen Eşref Gani’nin ülkeden yüklü miktarda nakit kaçırdığı anlatılıyor. Kaçırıp kaçırmadığını bilmem ama tek başına kendisi ve ailesinin ülkeden elini kolunu sallayarak çıktığı bir havaalanında vatandaşları ölmeye devam ediyor.

Havaalanı dışında olup, ölüm korkusu yaşayan binlerce insan var. Ya Kabil’de akrabalarının yanında sığıntı gibi yaşamaya çalışıyorlar ya da otellerde zor şartlarda kalıyorlar.

Bizim tek şansımız o topraklarda doğmamış olmamız. Bu sebeple o insanları anlamamız mümkün değil. 42 yıldır süren bir savaş var. Savaşta, bildiğiniz tüm etik kurallar bittiği gibi insanın dayanma gücü de biter. Ama dayanma gücü bitmeyen dostlarım var orada. Bekleyen… Ülkesini, çocuklarını, iyi insanları, kendi başlarına kalmayı bekleyen dostlarım.

Doktor Kasım, Rusça, Hintçe, Peştuca, Farsça, İngilizce, Türkçe, Özbekçe biliyor. İnsanları biliyor. Dünyayı tanıyor. Hayatı biliyor ama yaşayamıyor! Yolda yürürken işçi kıyafeti giyiyor. Çünkü o Faryab’da, Afganistan’da doğdu. Düşük bir maaşla savaşsız bir yerde, mesela Ümraniye’de oturabilmek, oğlunu bir devlet okulunda okutmak, aybaşına doğru param bitecek diye kaygılanmak istiyor. Ömür boyu güvenlik kaygısı yaşamaktan yorulmuş sesini dinliyorum. Utanıyorum… “Onun kaderine ortak, onun gibi niceleri ülkesinden boynu bükük çıktığında, gittiği ülkelerde boynuna daha ağır bir zincir asıyorlar; pis mülteci!” diye. Onun ülkesinden gelen, onun kadar yetenekli niceleri hakkında konuşmadan keşke onları bir dinlesek. Bakarsınız bir gün bizi de dinleyecek kimse bulamayız! En sevdiğiniz eşyanız gümrükten geçerken elinizden alındığında nasıl üzülüyorsanız, işte onu binle çarpın. Size ait ne varsa, vatan da dahil elinizden alınmış ve yurtsuz kalmışsınız… Sultan Abdulhamid’in o çakısı da elinden alınmış gibi, kalır ve şahit olursunuz insanların ne kadar zelil olabileceklerine. Evet, insan insanın cehennemidir; Hamid Karzai Havaalanı adı verilen bu dünyada!

Gümrük malları arasına sıkışmış bir paslı çakı gibiyim şimdi. Körleşen bir dünyada kendine bükülüp kalmış…