Diğer bütün toplumsal meselelerde olduğu gibi daha adil bir toplum olma yolunda da geçmişimizden faydalanmak ve ona göre istikamet belirlemek zorundayız…

Bu sebeple Adalet Tarihimizin nasıl bir zihniyet rotası izlediğini çok iyi kavramak zorundayız…

Aksi halde çeşitli yabancı düşüncelerin etkisiyle parçalanmış, ufalanmış zihinlerin beslediği vicdanlar da aynı şekilde parçalanmaktan hata ufalanmaktan kurtulamazlar/kurtulamadılar…

Bin dokuz yüzlü yılların başlarında dünyanın neredeyse %85’inin Batı’nın sömürgesi olduğu düşünüldüğünde, zihinlerin nasıl “mumyalaştırıldığı” gerçeği çok daha net olarak anlaşılabilecektir…

Bugün çatışmaların, acının, adaletsizliklerin, mala çökmelerin yaşandığı topraklarla %15’in dışındakilerin örtüşmesi bir tesadüf olamaz…

Bugün bu coğrafyaların insanları güya “bağımsız”lığını elde etmiş ve klasik sömürge anlayışı bitti denmiş olsa da, oluşan parçalanma ve sosyal türbülanslar hala dinginleşebilmiş değildir…

Çinlilere ait olduğu söylenen, “En uzağa düşen ok, en çok geriye çekilen yaydan çıkar” sözü, tarihle bağlı olmanın gücünü çok açık olarak ifade ediyor…

Bu milletin tarihinde bir sömürme ve sömürülme zilleti yaşanmasa da, kendi içinden çıkanların “tarih icatları”yla uğradıkları hafıza kaybı inkâr edilemez…

Bu kopukluğun sancıları sebebiyle hala kendilerini adeta “Cumhuriyetin Ayetullahları” şeklinde takdim eden, adaleti kendilerinden başkasına fazla gören, farklılıklara hayat hakkı tanımayan faşizan bir yaklaşımla günümüzü kaosa sürüklemeye çalışanlar var…

Oysa bizim ne inancımız ne de değerlerimiz insanı “yok edilecek bir hedef” konumuna hiçbir zaman indirgememiştir…

Devletin bekası için insanı yaşatmayı ana gaye olarak görmüş ve adalet terazisini hep dengede tutmaya çalışmıştır; terazi kefesinin bir tarafında padişah ya da herhangi bir devlet adamı olduğunda dahi…

Bu anlayış Müslüman ile gayrimüslim söz konusu olduğunda, terazi çok daha hassas tutulmuştur; kalbi İslâm’a soğumasın diye…

“Daire-i Adalet” anlayışını siyasetin felsefesine yerleştirmiş bir devlet geleneğinin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri olan Said Halim Paşa, aslında bize çok sağlam bir toplum ve siyaset inşası sunuyor…

O inşa da siyaset, son aşamayı temsil eder…

Bir kez daha hatırlamakta fayda var…  

Öncekiler doğru tesis edilemediğinde, siyasetin tesisi de doğru, adil ve erdemli olamaz…

Said Halim Paşa temelden tavana şu sıralamayı izliyordu: “İtikadiyat, ahlakiyat, icitimaiyat ve siyaset…”

Bu silsilenin temel yapı taşları, birbirini doğurarak/inşa ederek ilerler…

Bugün siyasetimizde ve adaletimizde bir bozulma varsa şayet -ki var- bu silsilede geriye doğru giderek kendimizi yeniden gözden geçirmek zorundayız…

Zira demokrasilerin bile “yorgun” göründüğü, insanları dengeden ve emniyetten uzaklaştıran bu “Endişe çağı”nın merhemi adalettir…

Dünyada herkesin “adalet” dediği ama hiç kimsenin aynı şeyi anlamadığı bu çağda, yolumuza ışık tutan çok önemli örneklere sahibiz…

“Evet, adalet ama nasıl ve kime ait?” sorusuna verilecek çok tutarlı cevaplarımız var…

Cevap, dönemlerine “denge” olmuş devletler kuran bir milletin adalet zihniyetidir…  

İnsaflı Batılıların da hakkını teslim ettiği bu “adalet”in kaynağı İslam, ona hizmetkâr olanlar da bu milletin aziz ecdadıdır…