Geçenlerde, üniversitede dersime giren ve dekan sıfatıyla halen görev yapan bir profesörün sosyal medya hesabına denk geldim. Okuldayken kendisinin nasıl bir vizyona sahip olduğunu biliyordum gerçi ama tekrar hatırlayıp gülmem(!) için isabetli bir tevafuk oldu.

Malumunuz Ankara belediye başkanı Mansur Yavaş, City Mayors Foundation tarafından ödüle layık görülmüştü. Tabii kronik Türk solu meseleyi “Dünyada yılın en iyi belediye başkanı’’ serlevhasıyla millete sattı. CHP’li Yavaş’ın yolsuzlukla verdiği savaş ve muhteşem(!) hizmetleri sebebiyle seçildiğini anlattılar. Sonra gerçek ortaya çıktı.

Yavaş, sadece “award’’ alan yedi kişiden biriydi, yani bir çeşit jüri özel ödülü… ‘’Prize’’ alan iki kişi ise Hollanda ve Fransa’dandı. Asıl ödülü onlar kazandılar. Nitekim award ve prize kelimeleri kabaca ‘’ödül’’ manasındadır. Fakat award İngilizce’de belirli bir yarışma olmaksızın sahasında başarılı olmuş kişilere verilen ödül için kullanılırken, prize kelimesinde ciddi bir yarış söz konusudur… Elbette bu ince nüansı fark etmelerini hedef kitleden beklemiyoruz. Neyse.

Su kesintileri, çamurlu su, rant ihaleleri, bozuk asfaltlarıyla dikkat çeken Ankara’nın “ödül’’ arkadaşlarından biri de YPG/PKK’lı Rakka belediyesiydi. Gerçi Yavaş, bu ödülü 6 milyon Ankaralı için aldığını söyleyerek övünmüştü. Bize de takdir etmek düşüyor! Ne de olsa, HDPKK eş başkanının “HDP oylarıyla seçildin’’ ayarına da “Ben işime bakarım, herkese hizmet etmekle mükellefim’’ tonunda bir cevap vermişti. Çok çalışkanmış deyip geçelim…

Bizim profesöre dönelim…

Aydınlıkta çığır açmış bir entelektüel olarak aşağı yukarı şöyle şeyler yazmıştı:

Yok efendim, Ankara artık daha yaşanılabilen bir kent haline gelmişmiş, bu ödülleri gerçekten çok hak ediyormuşmuş, filan falan…

Zamanında, utanmaz yalanlarla her fırsatta kan ve kaosu tetikleyen K. Kılıçdaroğlu için dahi “çok sempatik bir lider’’ ifadesini kullanan bir profesörden söz ediyoruz gerçi. Sözcü’ye öyle konuşmuştu. Makul karşılanabilir.

Ne idiği belirsiz anketleri paylaşıp, Türkiye’nin kadına şiddette birinci olduğuna inanan, ‘’en iyisi Kanada’ya gidelim.’’ tonunda ergen paylaşımları yapan müthiş bir deha kendisi. Sözde sanatçı triplerine girip ‘’eğri zamanlarda dik duranlara selam eden’’ cesur bir kanaat önderi… Keşke üniversite camiasındaki yoldaşlarını da alıp gitse. He, Kanada kendisini ister mi bilemem…

Bu kadın, okul hayatımız boyunca tarafsızlık raconu kesiyordu bize. Tarafsızlığa verdiği örnekler de gazeteci kılıklı ajanların, dijital medya provokatörlerinin, Avrupa ve Amerika beslemeli kaçak basın mensupların palavralarından ibaretti…

‘’Medya etiği’’ etiketiyle bize öğretilen prensipler, FETÖ’nün ve PKK’nın kullandığı politika dilini ‘’özgürlük’’ deyu parlatmaktan başka bir şey değildi…

Bunlar çok basit misaller. Mevzu bu profesörle de bitmiyor. Dersime giren güya hocaların ekseriyeti böyleydi. Akademi kadrolarını işgal eden bu dinozor zihinlilerin “eğitim’’ine maruz kalan yüz binlerce genç var. Her yeni kuşakta daha güçlü “eğitiliyorlar’’. Adım başı üniversite açmakla, Anadolu liselerini imam-hatibe çevirmekle maarif problemimiz çözülmüyor.

Ara değinmeye çalıştığım bir konu bu.

Topyekûn müfredat değişmedikçe, metazori üslubuyla dayatılan ezberleri yırtmadıkça, insan yetiştirme teknolojimizi yenilemedikçe hiçbir şey düzelmiyor.

Nasipse, daha sonra başka bir gemiye binip bu sularda yüzmeye devam edelim.

Yine kendi tecrübelerimden örnekler vererek, akademideki ideolojik hiziplerin genç dimağları bilim kisvesiyle nasıl zehirlediğini biraz daha anlatmak istiyorum.