Doksanlı yıllar zor zamanlardı. Ama güzeldi. Bilmiyorum biz çocuktuk diye mi bize böyle güzel gelirdi ya da gerçekten o kadar güzel miydi? Ama şunu biliyorum ki her şey daha sahi, her şey daha gerçek ve her şey şimdikinden daha zordu.

Mesela sokaklardan geçen su tankerlerinin peşinde elinde bir su bidonuyla koşmak diye bir oyunu vardı çocukların. Musluklardan su çoğu vakit akmazdı. Aktığına şahit olduğumuzda da akan şey su olmazdı. Koyu, boz bulanık kahverenginde ve kısmen çamur kıvamında bir sıvıydı akan. Okullarda yer kapmaca diye bir oyun vardı. Mecburi bir oyun zira yetmiş-seksen kişinin olduğu bir sınıfta her sırada üç kesin ama dördüncü kişinin de oturmak zorunda olduğu zamanlardı. Kışın kömür yazın çöp kokardı güzelim İstanbul. O dönemin çocukları Haliç’i çok iyi bilirdi. Yer ve mevki olarak değilse de kokusundan tanırdı orayı.

Ben gibiler, bizim gibiler bazı şeyleri yapmaktan çekinirler, korkarlar, hatta yaklaşmak bile istemezler. Zira öyle büyüdüler. Öyle büyütüldüler. Misal ki başaracağımızdan ziyade başaramayacağımıza inandırılarak büyüdük biz, yapacağımızdan çok yapamayacağımıza inandık, inandırıldık. Kandırıldık. Daha açık söyleyeyim, dışlandık, dışarı atıldık, utandırıldık, saklandık, sırlandık. Ne vakit başımızı kaldırıp da “ben de varım” desek ellerindeki “orağı” başlarımıza “çekici” sinemize indirdiler. Biz “yaparız” dedikçe, onlar “yapamazsın” dediler. Ve esas acı olan tarafı şu ki; bu söylenenlere mecburen de olsa inandık. Ve evet bunun karşısında duranlar da oldu, bizi, inancımızı “savunan”lar da oldu.

Bütün bu zor olanların içinde bizim gibi olan, bize benzeyen, çalışan, gayret eden, babalarımız gibi olan, hanımı annemize benzeyen, dua eden, “Allah” diyen bir adam çıkmıştı. Diğer hiçbirine benzemiyordu o. Dedelerimiz, nenelerimiz onu televizyonda görünce dualar ediyordu. Babalarımız gibi bağdaş kurup sofraya oturuyor, hanımı annelerimiz gibi başında örtüyle çıkıyordu karşımıza. O zamana kadar görmediğimiz şeylerdi bunlar. Zira bu toprağın hakikatini reddeden adamları görüp onlarla büyümüştük. Ama o hepsinden farklıydı. Sevmiştik, kendi evimizden biri gibi. O adamın adı; Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Gerçek bir sevgiden bahsediyorum. Siyasi bir tavırdan, partizanlıktan, ranttan, daha bilmem nelerden değil; böyle gerçek manada içimizden gelen, gördüğümüz zaman içimizi titreten bir muhabbetten. Okuduğu şiirleri içimiz titreyerek dinlediğimiz, ezber ettiğimiz…

İşte ben yaştakiler böyle sevdi onu. Babalarımıza benziyor diye, dedelerimiz dua ediyor diye, hakikati hiç çekinmeden söylüyor diye, hanımı annelerimize benziyor ve kendi bunu saklamaktan çekinmiyor; inandığını söylemekten utanmıyor diye.

Sonra yıllar yıllar geçti. O adam belediye başkanı oldu, başbakan oldu, cumhurbaşkanı oldu, başkan oldu. Ama bizler için hep evimizden olan, bizden olan, bizim gibi olandı. Halen de öyle. Ama şöyle bir şey var şimdinin yirmili yaşlardaki gençleri doğdukları günden beri onu gördüler. Eskiden ne oldu, ne sıkıntılar yaşandı, neydi ve ne şekle geldi hiç haberdar olamadı onlar. Bizim gördüğümüz Recep Tayyip Erdoğan’ı göremediler. Açık konuşmak gerekirse onun bu tarafını da anlatmaya, o gençlere bir şekilde söylemeye yeltenmedi kimse.

Şimdilerde “Gençlik Buluşmaları” oluyor. Gençler Cumhurbaşkanı ile buluşuyor, sohbet ediyor, şiirler okuyor gençlere, beraber türküler söylüyor. Bizden olan, biz olan o adamı gençler şimdi tanıyor bence. “Kim bu Recep Tayyip Erdoğan” daha iyi anlıyorlar. Ama neden bunca zaman sonra oldu bu, neden bunları yapmak için bu kadar beklenildi bilmiyorum. 

Ama ben bu buluşmaları izledikçe yirmi beş yıl evvel gördüğüm o adamı yeniden görüyor ve yeniden seviyorum.