Kültür tarihimizde, insan ilişkilerimizde ve yaşadığımız tüm renkli hadiselerde hep bir eylem ilgimi çekiyor. İz bırakmak… İz bırakmak biraz da tarihe not düşmek gibi bir meseledir. Yıllar sonra defterinize düştüğünüz bir not sizi hiç bırakmayabilir. Her karşılaştığınızda size ayrı bir şey söyleyebilir.

İz bırakmak eyleminin sinematografik olarak bana tesir ettiği bir film sahnesinden bahsetmeliyim. İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden Mecid Mecidi’nin Baran filminde bir sahne vardı. Birbirine veda eden iki kişiden biri yağmurlu bir havada yerde iz bırakır. Yağmurun şiddetine rağmen o kişinin veda izi silinmez. Bence iz bırakmak tam olarak böyle bir şey. Hakikatle kalbe bırakılan bir gönül fişeği gibi.

İz bırakma fiilini bu kadar derinlerime işlememe vesile olan da Yazar Mustafa Kutlu’nun 1986 yılında yazmış olduğu İstanbul’a dair gezi ve hatıra yazılarını topladığı Dergah Yayıları’ndan çıkan ‘Topkapı’dan Topkapı’ya’ adlı kitabı oldu. Kitabı rutin bir Mustafa Kutlu okuyucusunun aksine başka bir gözle okumak için aldım. Rutin Mustafa Kutlu okuyucusu mu olur demeyin. Mustafa Kutlu’nun yeni kitabı çıktı denildiğinde okuyucular; ‘şimdi hangi diyara uğrayacak?’, ‘hangi hayalin ve kelimelerin peşinden koşacağız?’ sorularına yanıt bulmaya çalışırlar. Türk Edebiyatı’nın son dönem öykücülüğüne damga vuran bir isim gezi yazısı yazdığında bugüne ne söyler? Ben de bu sorunun peşinden gitmek istedim.

Mustafa Kutlu bu gezi yazılarını üç kitap halinde çıkarmak istediğini belirtiyor. Kutlu’nun bu gezi yazılarıyla adeta eteğindeki taşları döktüğünü hissediyoruz. Zaman zaman dostlarıyla çekilen fotoğraflarını paylaşan Yazar genel anlamda o dönemin atmosferini hissettiriyor. Bu hissettirme de bir öykücünün nezaketinde, güzel Türkçesinde ve kaleminde saklanıyor… Kitabın bir bölümündeki yazıyı sizlerle paylaşmak isterim.

“Kimbilir hangi semtin bir ahşap evinden dışarı atıldıktan sonra sokaklarda serseri bir hayata başlayan, bunun sonucu kaç göbektir korsanlığa soyunan kedi nesillerinden döl alıp türeyen bir sarhoş ve maceraperest kedi, kazara bu can pazarına düşmeyegörsün. Kendini o duvardan o duvara, o caddeden o caddeye, bir arabanın önünden ötekine atar. Seslerden, üzerine üzerine gelen heyula gibi araçlardan o kadar yılar ki, bazen kaçamaz olur, daha doğrusu dizlerinde derman kalmaz, bırakıverir kendini… /… Yollarda ezilmiş kedi gövdelerinden haritalar…”

1986 yılında İstanbul’daki trafiğin ve şehir keşmekeşinin ne hâle geldiğini ve kedilerin trafikte verdikleri ölüm kalım mücadelesini şiirsel bir üslupla anlatıyor Mustafa Kutlu. Bu anlatı bir taraftan tarihe not düşerken bir taraftan da o yılların atmosferini daha iyi anlamamız konusunda bize yardımcı oluyor.

O günleri okurken bugünün kaotik şehir heyulasından çok farksız olmadığını hissettim. Fakat kitabın içerisindeki bazı yazar ve şairlerle olan buluşmalar dönemin edebiyat ortamının daha dinamik olduğunu bizlere hissettiriyor diyebilirim. Belki hâlâ Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı var ama Muzaffer Ozak Bey yok. Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı yerinde duruyor ama içerisindeki muhabbet ve dönemin entellektüelleri daha fakir…

Kitabı elime alıp ilerledikçe bir şey hiç aklımdan çıkmadı. Bence Mustafa Kutlu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın paltosundan çıkan yazarlarımızdan biri. Tanpınar’ın Beş Şehir kitabına yakın ya da daha farklı bir deneme kitabı gelir mi diye düşünmeden alamadım kendimi. Ne güzel olurdu…

Mustafa Kutlu kitabı çıktıkça hep içim çiçekleniyor. Umudum yeşeriyor. Gözlerim ışıldıyor. Var olsun. Mürekkebi kurumasın, kalemine sağlık.