Etrafıma bakınca mutlu mesut insanlar değil de daha ziyade dertli ve hatta buhranlı, stresli her daim bir şeylere yetişmeye çalışan ama yine de hep geciken ve bunun derdine düşen insanlar görüyorum ben. Ya da ben yanlış yere bakıyorum da gördüğüm herkes birbirine benziyor ya da gerçekten herkes böyle. Bilemiyorum. Ama kimsenin durmaya, düşünmeye hatta sadece dinlemeye bile vakti yok.

Aslında işin biraz da şöyle bir tarafı var. Bizim mahallenin insanları; mazbut ailelerin çocukları, kendince ve kendi halinde olanlar ve olabildiğince inanan, öyle yaşayanlar nedendir bilmem lakin daha fazla bir memnuniyetsizlik ve ne bileyim hoşnutsuzluk içinde. Kanaat etmiyor ya da edemiyor. Belki de daha fazlasını istiyor ve olmuyor diye de hayıflanıyor çok fazla. Karşı mahalledekilere bakınca ise daha farklı bir şey görüyorum ben. Evet doğru, bizim mahalledeki kadar geleneklerine bağlı değiller, manevi meselelerde de -bizce- noksanları çok fazla. Lakin tuhaf olanı şu ki bunların yanında yüzleri gülüyor.

Elbette bizler dünyaya yiyip için kam almaya gelmedik lakin bunca huzursuzluk da çok değil mi? Ya da şöyle eksik olan şey teslim olmak ya da tevekkül mü mesela? Ne gelirse O’ndan diyemediğimizden ve dünyanın rengine kandığımızdan mı? İddiamızla yaptığımız tam da örtüşmüyor gibi geliyor bana.

Sahip olmadıklarına da şükretmeli insan. Gözünün gördüğüne değil de görmediğine bile nasıl inanıyorsa elinde olana değil olmayana da şükretmeli. Hatta hayatını böyle bir ahval üzere inşa etmeli. “Var da O’ndan, yok da O’ndan; az da O’ndan, çok da O’ndan” diyerek kurulmuş bir medeniyetin ve ecdadın torunlarıyız ya madem onların yaşadıkları gibi yaşayamasak da hiç değilse nasıl olduğunu ve nasıl yaptıklarını okumak, bilmek zorundayız gibi geliyor bana.

Dünya gördüğünüz kadardır” diyor eskiler. Doğru ama eksik... Zira baktığımız yer diye bir şey de var. Bardağın dolusuna ya da boşuna bakmak dedikleri gibi... Dünyaya sahip olmak için geldiğine inanır ve öyle yaşarsan eğer dünyanın esiri olup da zindanda yaşıyor gibisin oysa sahiplik diye bir derdin olmadığı vakit sultanlar karşısında bile izzete boğuluyorsun. Hani İbnü’l Arabî hazretlerine talebeleri gelip de “Efendim bu kadar zor durumdasınız, bu kadar ihtiyaçlarınız var. Sultanlar kapınıza kadar geliyorlar. Bir tanesine söyleseniz ayaklarınızın altına mücevherler, altınlar dökerler” deyince o mübarek zât “Doğru diyorsunuz. İstersem ayaklarımın altına mücevherler, gümüşler, altınlar sererler. Lakin onları almak için eğilmek gerekir.”

Şimdi tam da bu amanda bizler de bir karar vereceğiz sanırım. Rahat etmek için altın, gümüş, dolar, euro için eğilecek miyiz yoksa dimdik duracak ve sonunda felaha erecek miyiz?