1990’lardan ve özellikle 11 Eylül 2001’den sonra Amerikan dış politikasının en görünür ve somut sembolünün ABD ordusu olduğu göze çarpar. Ordunun bu süre zarfında ABD’nin küresel liderliğini pekiştirmede ve Amerikan özel sektörü için pazarlar açmada etkin bir rol oynadığı görülüyor.

Ancak bu yaklaşımın ABD’nin klasik ittifak ve ortaklık ağlarına zarar verdiği, kısa zaman sonra anlaşıldı. Nihayetinde Amerika’nın küresel gücünün en önemli aracı, dünya çapında kurmuş olduğu ittifak ve ortaklık ağlarıdır.

Başkan Biden’ın bu bağlamda birinci önceliği, ABD liderliğini güçlendirmek için geçmişteki hataları kabul etmekten geçiyor. Öyle ki Biden’a göre Amerika’nın iç ve dış politikaları birbiriyle derinden bağlantılıdır. Buradan hareketle Biden, Amerika için iki önemli hayati meselenin var olduğunu belirtiyor: Politik güvenlik ile ekonomik güvenlik.

Başkan yaptığı tüm açıklamalarda demokrasi ile Amerika’nın ekonomik çıkarları arasında doğrudan bir ilişki olduğuna işaret ediyor. Ona göre Birleşik Devletler’in dünya çapındaki ekonomik geleceği, demokrasinin yeryüzündeki yaygınlığına ve sağlamlığına bağlı.

Trump’ın istikrarsız ve yanlış politikalarının küresel çapta Amerika’nın demokratik ittifaklarını baltaladığını düşünen Biden, bu nedenle Trump’ın yol açtığı hasarı onarmak için demokrasi odaklı bir dış politika izleyeceğini vaat ediyor.

Amerika’nın küresel düzeyde en önemli rakibinin Çin olduğu çok iyi biliniyor. Bu rekabetin ve tehlikenin üstesinden gelmek için Amerikan Başkanı dünya çapındaki demokrasilerin ekonomik gücünün birleştirilmesini öneriyor. Benzer şekilde uluslararası terörizmden kitlesel göçe kadar tüm sınır aşan sorunların yine demokratik ülkelerin iş birliğiyle çözüme kavuşturulacağını savunuyor.

Biden’ın demokrasi ile ekonomik refah arasında kurduğu bağ oldukça dikkat çekici. Belki de daha ilginci, Amerika’nın 46. Başkanı’nın demokrasiyi ekonomik refahın motoru olarak tanımlaması. Buradan hareketle Biden, başta Afganistan ve Ortadoğu olmak üzere yerkürenin herhangi bir yerinde sonsuza dek süren savaşlara taraftar olmadığını her fırsatta ifade ediyor.

Diğer taraftan Demokrat Partili Başkan, Amerika’nın güçlü bir orduya sahip olması gerektiğini fakat bu gücün hayati çıkarları savunmak için ilk değil, son çare olarak kullanılmasını dile getiriyor.

Biden açısından Trump döneminde Ortadoğu’da yanlış adımlar atılmış ve bunun sonucunda Amerika kazananı belli olmayan çatışmaların içine çekilerek bölgede liderlik etme kapasitesini tüketmiştir.

Geleneksel bir şekilde diğer Amerikan başkanları gibi Biden’ın da Ortadoğu’da temel önceliğinin İsrail’in güvenliği olduğu görülebiliyor.  Fakat bunun yanı sıra bölgenin demokratik ülkeleriyle işbirliğini güçlendirmeye bağlı bir politika arayışında olduğu açıkça anlaşılabiliyor.

Artan Çin rekabetinden dolayı Amerika’nın transanlantik ilişkileri aşan, Asya ve Afrika ülkelerini de kapsayan geniş bir alanda güçlü ittifaklar kurmayı hedeflediği ve bu güçlerle birlikte Çin’e karşı koymayı planladığı söylenebilir.

Bu kapsamda Biden’ın bir taraftan Avrupa’yla ilişkilerini sıkılaştırmaya çalıştığı diğer taraftan da Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Hindistan’la değerli ittifaklar kurmaya gayret ettiği ve böylelikle Amerikan toplumunu refah kaybına uğratacak her türlü bölgesel ve küresel dış politika tercihlerinden kaçınmayı seçtiği kolaylıkla anlaşılabiliyor.