Bazı kelimeleri söylemek, anlamını bilmek, o kelimeyi yaşadığımız anlamına gelmez. “Benim oğlum binâ okur; döner döner bir daha okur!” sözü tam da bu hali anlatır. Okuduğun, konuştuğun, bildiğin eğer üzerine bir gömlek gibi otursaydı zaten bu dünyada gam keder olmazdı.

Size de olur mu bilmem ama kendimi, iyice sıkmış, darlandırmış, izleniyormuş gibi yakaladığım zamanlar olur. O sırada, sürekli kendini sıkan, tetikte duran, hareketlerini kontrol eden, sanki bir şey kırılacakmış gibi tetik olan biri gibi olduğumu fark ederim. Aslında geniş, ferah, mütebessim, kemerleri gevşetmiş olduğumuzu zannederken, günlük hayatımızda -ne demekse bu- kendimizi sıka sıka, gıdım gıdım yaşadığımızı pek fark etmeyiz.

Şöyle ağız dolusu güldüğüm, sanki Konya Ovası’nın yarısı benimmiş gibi cömert olduğum, bir sıkıntı anında “Aman boş verin, olmuşsa olmuştur” dediğim zamanları pek hatırlamıyorum. Daima kendini gözleyen insanların o müthiş fakirliğiyle, kendimize dadanmamız, kendimizi hırpalamamızın ana sebebini hiç bulamadım. Sanki bir mirası taşır gibi taşıyoruz, izlenilme, tetikte olma, bedeni germe hallerini... Yani, kaba tabirle relax olmak, pek gelmiyor gülerse dünyada kıyamet kopacağını zannedenlere...

Gülersek, azıcık canımızı sıkmazsak bir yerlerde kötü bir şey olacakmış gibi borçluyuzdur hayata. Yüzümüzün daha çok hüzne meyilli olması, suçlar dağıtılırken en büyüklerini almak için koşturmamız, bir kaza olsa kendi bakışımızdan zannetmemiz(…) hemen yüzümüz yere dökülür, gölgemiz suya dökülür, bakışımız yağmura meyillidir.

Evet, çocukken bize öğretilen ‘Ahiret Kamerası’nın varlığı bir şeyleri etkiledi. Hatta, ileride okuduğum, Dostoyevski’nin, “Hepimiz, birbirimize karşı sorumluyuz. İnsan kanı bu sorumluluğun görünen halidir” ve “Eğer utanmıyorsan her şey mubahtır” sözleri iyice perçinledi izlenme duygusunu. Ama bunlar “insan olmak” için gerekliydi. Utanç için, utanmanın o muhteşem mahremiyeti için gerekliydi. Sonra mı ne oldu? Sanırım kötü şeyler oldu. İnşirah Suresi’ni unuttum. Unuttuk. Felak ve Nas sureleri dilimizdeydi ama sadece namazda okunan birer zammı sureden öteye geçmedi. Belki de kalbime geçmediler. Dünyalık halleri göre göre, kaygı, başarma isteği, sevilme isteği, şımartılma isteği(…) bunlar görülme ve anlaşılma isteklerinin önüne geçti. Kant’ın dediği gibi “Arzu, mutsuzluk doğurur” sözünü de unutup her arzuda yenilgi yaşayan insan kendini sıkarmış. Adeta atı bağlar gibi; kaçmasın, oraya buraya saldırmasın, diye. Hayatı ucundan yaşamaya başlamak, hayattan beklentilerimizi bir bir kaybettiğimizde başlayan bir şey. Buna hayat fukarası olmak da diyebiliriz. Kendinizi sıkıyor musunuz? Ya da ne zaman gergin bir kedi gibi, kuru bir ağaç gibi, patlamak üzere olan bir balon ya da ısıyla çatlamaya hazır bir cam gibi oluyorsunuz? Ya da tedirgin bir tilki gibi yaşamaya ne zaman başladınız?

Şimdi tutup insanın kendisini kısıtlamasından bahsederken, öyle “mezhebi geniş” olmayı övdüğüm anlaşılmasın. Kendisinden başka insan yokmuş gibi tüm sınırları yıkarcasına yaşayanlar pek mevzum değil. Allah ıslah etsin! Ömrünü, özünü, canını fakirleştirenler ve dedim ya gülmekten bile korkan insanlar ve özümdür benim derdim. Küçük dağları ben yarattım, dercesine yaşayanlar değil; tüm olumsuzluklar sanki kendi mutluluğundan doğmuş gibi ürperenlerin o ince kalbi beni yaralayan.

Kalbine, canına, tenine eziyet edercesine, ömrünün cimrisi olarak yaşayan insanın kendine ettiği zulmü kimseler edemez. Bazen bir roman okurken, bir film seyrederken, bir dert dinlerken nasıl da kendimi sıktığımı fark ediyorum. Sonra da Aisisili Françesko gibi “Eşeğe (canına) çok eziyet ettim” diye üzülüyorum.

Evet, bir canınız var; sıkmayı bırakın kardeşlerim!

Ki İnşirah’ı, Felak’ı, Nas’ı veren Mevla, size o ağzı, kalbi, aklı veren Mevla inanın her sorumluluğun altında sizi aramıyor. Bir peygamber bakışı böyle olabilir ama, bir kul, bir insan kendini gıdım gıdım yaşıyormuş gibi yaptığında belki de özünün katilidir.

Gözümüzü ve gönlümüzü yıkadığımızda ferahfeza bir şeyler olacağına inanıyorum. Sürekli sınava girecekmiş gibi kendini sıktığında hiçbir sınavda başarılı olamazsın sanırım.

Bir İnşirah okuyalım ve o çokça sıktığımız, tetikte gözlerini patlattığımız canımızın da emanet olduğunu unutmayalım.

“Biz senin kalbini genişletmedik mi?..”