Uğur Kınık

“Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” (Acluni, Keşfü’l-Hafa)

Kainatın yaratılışından bu güne kadar merak duygusu insanları bilinmeyeni öğrenme isteğine sevk etmiştir. Geçmişte , günümüzde ve büyük olasılıkta gelecekte de bu merak hissi devam edecektir. Maziyi, hâli ve istikbali yaşayabilmek için zaman çok mühimdir. Özellikle dinimizin emir ve şartları zaman üzerine kurulmuştur. Namaz emri vakte dayalıdır. Oruç emri için sahur ve iftar vakti bilinmelidir. Hac emri için hac ayı tespit edilmelidir. Bu nedenle Müslüman kişi zamanı tespit eden ona göre yaşantısını sürdüren kimsedir. Zamanın belirlenmesi için geçmişte ve günümüzde ay, gökyüzü ve özellikle yıldızlar bize yol göstermiştir.

İlm-i Nücum dediğimiz yıldız ilmi de bu şekilde gelişmiş ve hayatımızın bir parçası olmuştur. Yıldızlar, gezegenler, kuyrukluyıldızlar gibi gözlemlenebilir tüm olay ve olguları inceleyen astronomiye ilm-i felek, gök cisimlerinin hareket ve konumlarını gözlemleyip yeryüzündeki olayların önceden bilinebileceğini iddia eden astrolojiye ise ilm-i nücum denildiği görülmüştür.

Ayni’nin İdul Cuman adlı eserinde burç tasvirlerinin yer aldığı sayfalar

Nücum ilmini günümüzde astronomi ve astroloji diyerek ayırsak da geçmişte tek isimle bahsediliyordu. Astronomi; gökyüzündeki tüm gök cisimlerini inceleyen bir bilim dalı, Astroloji ise kaderimiz üzerinde gök cisimlerinin yarattığı etkilerin yorumlanmasıdır diye tanımlanır. Altı bin yıl önce Babil Mezopotamya coğrafyasında yıldızların, göğün yazıları olduğu kanaati hâkimdi. Babillilerin “Enuma Anu Enlil” başlıklı yazıtları gök tanrısı Anu ile yer tanrısı Enlil’e atfedilmiş ve kralların gök olaylarına bakarak kaderlerini geleceklerini açıklamaya çalışılmıştır.

Mısırlılar Nil nehrinin taşması ve çevresindeki arazileri sular altında bırakması sonucunda insanlar, nehrin ne zaman taşacağını merak etmiş ve böylece astroloji insanlarının sosyal ihtiyaçlarına da yansımıştır. Bu şekilde Mısırlılar, gökyüzünü gözlemleyerek nehrin ne zaman taşacağını hesaplamıştır.

Türklerde İslamiyet’ten önce Tunguzlar’ın “Şaman”, Yakutların “Oyun”, Kırgızların “Baksı”, Oğuzların “Ozan” olarak adlandırdıkları kişiler, toplumda değer gören gelecekten haber veren bilge kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kainatı tasvir eden burçlar kuşağı/ Türk ve İslam Eserleri Müzesi, 1973

Oğuz Kağan’ın Attila’nın yanında müneccimler gezdirdiği her sefer, savaş öncesi müneccimlere danışıp bilgi aldığı bilinmektedir. Türklerde Gök ve Yıldız kavramları geçmişte ve günümüzde önemini kaybetmemiştir. Bugün gökten bir yıldız kaydığında birinin ölümüne işaret edilir. Bu eski geleneklerimizden gelen bir hurafedir. Kim bilir belki de doğrudur.

Mezopotamya’dan Uzakdoğu ülkelerine, Roma’dan Selçuklu Türk Devletine kadar her coğrafyada gerek ibadetleri uygulayabilmek için gerek yol yön tayinlerini yapabilmek için ve gerekse gelecekten haber verebilmek için “Nücüm İlmi” gelişmiş ve nihayet Osmanlı Türk Devletinde müneccimlik, müneccimbaşılık olarak meslek haline gelmiştir.

İslam âlimlerine göre ilm-i nücum hesap ile ilgili, doğa ile ilgili ve tahmin ile ilgili üç bölüme ayrılmıştır. Hesap ile ilgili bölüm kesin bilgiye dayandığı için şer ’an bir sıkıntı yoktur. Aynı şekilde doğa ile ilgili bölüm havanın sıcaklığı, soğukluğu, yağışı ve sair doğa olaylarını incelemek ve toplumun yararına göre bir bilgi verdiği için bunda da şer ‘an bir sıkıntı yoktur. Ancak tahmine dayalı ile ilgili bölüm iyi kötü sonuçlar yorumlamaya gidiyor ki bu İslam alimleri tarafından hoş karşılanmamıştır.

Osmanlı Devrinde astrologlar çalışma yaparken

Osmanlı Devleti temelleri Selçuklu Devleti tarafından atılmış bir devlettir. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletlerinde ilim ve fen zirve noktalara çıkmıştır. Sultan Melik Şah, Ömer Hayyam’ın da içinde bulunduğu bir ekibe Güneş takvimine dayanan “Celali Takvim” adını verdikleri bir takvim hazırlatmıştır. Bu nedenle ta Selçuklulardan beri Anadolu nücum ilmine yabancı değildi.

Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in Semerkant’ta Uluğ Bey tarafından kurulan rasathanede çalışan Ali Kuşçu’nun İstanbul’a davet etmesi ve değer vermesi bunun örneklerindendir.

15. asırdan Osmanlı’nın son zamanlarına kadar sarayda ser-müneccim, hassa ser müneccimi, müneccim-i sani gibi isimlerle müneccimbaşılık kurumu varlığını göstermiştir. Daha önceki Türk devlet yapılanmalarında bu kimseler vardır ancak maaşlı olarak kadrolu olarak çalıştıkları yer ancak Osmanlı Devletidir. 1924 tarihinde vefat eden devletin son müneccimbaşısı Hüseyin Hilmi Efendidir.

Silahtar ağaya bağlı olan müneccimbaşılar sarayın birûn erkânından olup ulema sınıfındandırlar. Bilinen ilk müneccimbaşı 2. Bayezid devrinden Kanuni Sultan Süleyman devrinin ortalarına kadar görev yapmış Seydi İbrahim’dir.

Sultan Fatih devrinde de müneccimler vardır ama henüz kurumsallaşmamışlardır. Katalonya savaşında Attila’nın müneccimlere sorduğu gibi Sultan Fatih’te İstanbul’un fethini müneccimlere sormuştur. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Tacizade Cafer Çelebi‟nin yazdığı “Mahsure-i İstanbul Fetihnamesi’ni bizlere şu şekilde aktarmaktadır: “…Mihre-i ilm-i nücûm, şâhın hurucu içün bir vakt-ı hoceste fercâm ve sâat-ı sâadet encam ihtiyar itmişlerdi, ol vakt-ı mübarekte hazret-i saltanat penâh rahimehullah, soffa-i taht-ı sîmini hane-i zerrin-i zeyne tebdil edip bir, şîr savlet, pelenk heybet taziye gaza niyyetine suvar olup…”

Fenninde mahir emsali nadir olarak tanımlanan müneccimbaşılar savaş zamanları kazaskerlerle (kadı-asker) yan yana seyahat etmekteydiler. Buda onların devlet nezdinde önemli bir yere sahip olduklarının göstergesiydi.

Üzerinde burç tasvirleri bulunan çini tabak

Katip Çelebi’ye göre müneccim olmanın dört mertebesi vardır. Birincisi, bu ilimde kullanılan aletleri bilmek; ikincisi, nücum ilmine girişi, yıldızları ve burçları tanımak; üçüncüsü, gök cisimlerinin hareketlerini iyi hesaplayabilmek, ziç ve takvim hazırlayabilmek; son olarak da yıldızlara dair astronomik delilleri doğru analiz edebilmek gerekir.

Şeyhülislamların da şeri hükümler çiğnenmediği sürece müneccimlerin bu görevlerini icra etmelerine karşı çıkmadıkları anlaşılmaktadır. Bu yaklaşıma Ebussuud Efendi’nin bazı fetvalarından örnek verilebilir: “bir caminin mihrabı ve haremi müneccimler tarafından batıya dönük yapıldıysa, buna bir ceza verilmeli midir?” şeklinde sorulan soruya karşılık şeyhülislam; “mihrabın ters yöne baktığı doğru bir aletle tespit edilmelidir, yoksa namazlar kabul olmaz” tarzında cevap vermiştir. İşte o doğru aleti yapabilmek için ilme ve bilme ihtiyaç vardır. Müneccimler bu ilimleri tahsil eden kişilerdir.

Müneccimbaşılar takvim hazırlarken imsakiye hazırlarken devlet tarafından ücretini alıp iaşesini bu şekilde sağlıyorlardı.

Belgelerde konu şöyle geçmektedir: “Nevruz-ı sultanide, Enderun-ı Hümâyûn-ı Şahane ve Bâb-ı Âlîye takvim takdim eden ser müneccimân-ı hassa samahatlü efendi hazretlerine dahi gönderilen bir samur kürkün bedelleri gönderilmek birkaç seneden beru cari olan bir usuldür”

II. Beyazıt , Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın müneccimbaşısı Seydi İbrahim b.Seyyid efendidir. II. (Sarı) Selim ve III. Murat’ın müneccimbaşısı Taküyiddin Rasıd’in Alat-ı Rasadiye bi-Zic al Şehinşahiye adlı İstanbul rasathanesinde bulunan aletlerin kullanımını anlatan eseri önemlidir. Bunun dışında matematik, zooloji gibi türlerde eserler vermiştir.

4.Mehmet’in müneccimbaşılık vazifesinde bulunan Küfrî-i Hasan Çelebi de aynı zamanda Bahâyî mahlasıyla şiirler yazmış olan bir şairdir. Kendisine laf edenlere şiiri ile şöyle cevap vermektedir.

Zāhidin her ne ķadar küfrü çok olsa

Zahmet çekmezdik zerrece bilgisi olsa

Yoldan saptığını anlayacak kafa olsa

Doğru söz ile İslam’a koşsa

Bize dinsiz diyenin kendinde iman olsa

Dinimize küfreden bari Müslüman olsa

II. Mahmut’un müneccimbaşısı Mir İbrahim Durakpaşa-zâde yazmış olduğu takvimlerinin dışında Fransızca bir astronomi eserini müsellesat adıyla tercüme etmiştir. Ulu Hakan , Gök Sultan II. Abdülhamit’in müneccimbaşısı Mustafa Asım Bey Namık Kemal’in babasıdır.

Bu bilgileri vermemin sebebi tarihte bir çok devlet olabilir ama medeniyet inşaa eden devletler çok azdır. Osmanlı Türk Devleti’de bunlardan biridir. Müneccim dediğimiz kişilerin kafelerde fal bakan, hayata hiç bir katkısı olmayan sıradan basit aşağılık kimseler olduğunu düşünmemek gerekir. Osmanlının müneccimlerinin asli vazifeleri takvim, zaman, yön tayini, doğa olayları hakkında ilmi mütealalarda bulunup kayıt altına almaktan ibarettir. Ve devletin maaş bağladığı değer verdiği bu kişilerin bir çoğu hekim, kadı, şair en azından eser telif eden yazar kimselerdir. Günümüzde bir medeniyet hamlesi olmadığı için kavramlarında içi boş o kavramları icra edenlerinde içi boştur.

Sordum ahvâlimi aşkında müneccimlerden

Baktılar tâli evine dediler kan görünür (Fuzûlî)

Müneccimbaşı Hatt-ı Hümayun

Ordunun Rusçuk’tan sahraya çıkması için müneccimbaşından bir vakt-ı saat istendiği, sadrazamın belirlenen tarihten daha ileri bir tarih istediği için yeniden bir tarih belirlenip gönderildiğini gösteren hatt-ı hümayun.

BELGENİN LATİNİZE EDİLMESİ:

Cenâb-ı Hazreti Fettah hayra âl-i servere makrune ve nusreti celilelerini takiplerini müyesser ben abdi acizi ve kâffe-i ibâd -ı padişahımı Allah’ım mesrur ve şâdan eyleye amin. Rahmeten lil alemin.

…… vakt-i muḫtarları taraf-ı sadrazama irsāl oluna. Şevketlü Kerametlü Mehabetlü Kudretlü Velinimetim Efendim. Bimennihi teala ordu-yu hümayun Nusret-makrunun ……. Ruscuk’dan sahraya hurucu zımnında bir vakt-i mübarek ihtiyarını havi müneccim-i evvel ve sani efendiler dailerinin iki kıta ihtiyar pusulaları orduyu hümayuna mukaddimen gönderilmişti. Lakin ihtiyar olunan vakitlerden ilerice bir vakit sa’d-ı ihtiyar olunmak hususu sadr-ı azam kulları tarafından tahrir olunduğuna binaen mūmā-ileyhüma dā‘іlerinden tekrar birer iḫtiyār pusulası götürülüp maruz-u atabe-i ulyāları kılınmıştır. Bade’n nazar sadrazam kullarına irsal ve tesyir olunacağı malum alileri buyuruldukta emr-ü ferman Şevketlü Kerametlü Mehabetlü Kudretlü Velinimetim Efendim Padişahım Hazretlerinindir.

Nusret: Yardım

Müyesser : Nasip olan

Mesrur : Mutlu

Şâdan : Mutlu

Kâffe-i İbad : Bütün kullar

Muḫtar : Seçilmiş

İrsal :Gönderme , yollama

Mûmâileyhimâ : Adı geçenler, sözü edilenler.

Dâî : Dua eden kimse , duacı

İhtiyar : Tercih etme

Atabe-i ulyâ : Çok yüce eşik

Neml suresinde: “De ki: “Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar, ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler” (Yazır, 1999: 27/65).

Editör: TE Bilisim