İslam dininin teşekkül evrelerine baktığımızda önümüze çıkan temel iki evredir: Bunlardan birincisi İslam’ın ontolojik hakikatlerinin teşekkül ettiği Mekke dönemi; bir diğeri ise İslam nizamının sosyal hayata dair olan yönünü teşekkül ettiği Medine dönemidir. Bu Medine dönemi ağırlıklı olarak İslam hukuk sisteminin de teşekkül ve tekâmül bulduğu dönemdir. Bu vesile ile İslam fıkhının fehvasına kısaca değinmekte fayda var.

İSLAM FIKHININ (HUKUKUNUN) GEREKÇELERİ

İslam fıkhını farklı açılardan ele almadan önce bu fıkhın varlığının bir nevi felsefesini oluşturan bazı ana noktalara değinmekte fayda var. Bu meyanda İslam fıkhının gerekçelerini “temelde 5 şeyi güvence altına alma” şeklinde ifade edebiliriz. Bunlar 1. Nefsin (canın) korunması, 2. Aklın korunması. 3. Dinin korunması.  4. Neslin korunması. 5. Malın korunması. Bu gerekçenin bir nevi arka planı diyebileceğimiz şey ise, Müslümanın eşya dair bakışı ve eşya ile olan ilişkilerini ortaya koymaktadır. Yani bir Müslüman, kendi canı dahil tüm varlıkların sahibinin Allah (c.c.) olduğunu ve Allah’ın (c.c.) belli asıl ve esaslara riayet etmek kaydı ile insana, bunlarda tasarrufatta bulunma ve kullanma hakkını verdiği inancına sahiptir. O nedenle tüm varlıklarla olan ilişkisinde, bu varlıkları adaletle kullanma ve bunlardan istifade etme hakkına sahip olduğunu bilir ve buna inanır.

Buradan yola çıkarak bir Müslüman kendi canı bile olsa, asıl sahibinin Allah (c.c.) olduğu için, onu her türlü zararlı alışkanlık ve maddelerden korumayı veya aklını giderici içki, bağımlılık yapan maddelerden korunmayı veya ailenin mutluluk kaynağı olan çocukların olması ve olduktan sonra yetişip gelişmelerini, bir emanet (hem de Allah’ın (c.c.) emaneti) gözü ile bakmak veya kendisi kazansa dahi malını tüketirken har vurup harman savurmadan, belli bir ölçü ve dengede tüketmek zorunda olduğunu veya hayatını inşa ederken, düzenler kurarken “iman ettim” dediği dinini özgün ve özgürce yaşamayı esas alarak bir hayat kurmayı kendisine vazife ve ödev bilir. Muhalefet etmenin cezasının dünyevi boyutu her ne kadar olsa da, asıl cezanın Allah katında olacağına inandığı için herhangi bir kuvvet ile gücü olmadan, kendi kendisini kontrol etmeye gayrete eder.  Bunun şuuruyla yaşadığı için İslam fıkhının hâkim olduğu zaman ve devirlerde, bu fıkhın kendi karakteri gereği kaos veya haksızlıklardan bahsetmek, asıl değil arızî bir durum olur.

Bu İslami nazar ve duruşa mukabil modern insan, sahip olabildiği her şeyin mutlak manada kendisinin olduğunu düşündüğü için, sınırsızca onu tüketerek kullanır. Bu nedenle, adam intihar etmiş, yok aklını gideren içkiyi kullanmış, yok külfet olur, özgürlüğümü sınırlar diyerek çocuğu aldırmış veya doğup bir yaşa gelen çocuğunu birilerine teslim etmiş veya malımı ben kazandım diyerek har vurup harman savurmuş, bu ve benzer daha her türlü savurganlığı, ölçüsüzlüğü kendinde bir hak olarak görür. Bunu böyle gördüğünden, aslında bu düşünce yapısı başlı başına problem ve kaos çıkartmaya zemin oluşturmaktadır. Bu nedenle de sürekli kanunların yenilenmesi, yeni kolluk tedbirleri vb. çözüm alternatiflerine daima ihtiyaç duyulmakta ve beşerî hukuk hiçbir zaman dört başı mamur bir düzeni tesisi edememektedir.

Bu genel girizgahın akabinde kelimenin epistemolojik sürecine bakarsak; Fıkıh kelimesi lügatte bir çok manaya gelmekle beraber bunlardan iki tanesi şöyledir:  a-) Genel anlama manasındadır.  Bu meyanda cenab-ı hak Araf suresi 179. ayetinde “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik.” buyurmakta, yine Nisa suresi 78. ayetinde “Bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar!” buyurmakta. Birinci ayeti celiledeki “la yefkehun” kelimesi ikinci ayeti celiledeki “la yefkehun” kelimeleri mutlak anlama manasındadır. b-) Dinde ince, derin anlayış manasına gelir. Bu manada ise hak teala Tevbe suresi 122. ayetinde “(Ne var ki) mü’minlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.” buyurmaktadır. Yine İsra suresinde “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız” buyurulan 44. Ayet-i celilelerindeki “liyetefekkehu” kelimesi ile ikinci ayet-i celiledeki “la tefkehune” kelimeleri dinde ince anlayış/kavrayış manasındadır.  Bu manayı teyiden Rağıb el-İsfehani de “fıkıh; bir şeyin arka planını bilmek ve derinliklerine ulaşmaktır” şeklinde tarif etmekte.

Fıkıhın ıstılahî (İslam bilginleri, usulcü ve alimleri arasında) manası ise; usulcüler fıkhı “tafsili delillerden elde edilen, şer’i/ameli hükümleri bilmektir” diye tarif ettiler. Ayrıca Fıkıh kelimesini, İslam medeniyetinin oluşum evrelerinde üç aşamalı olarak kullanıldığını görmekteyiz: a-) İlk evrede; İslam’ın ortaya koyduğu bütün hükümler ve içtihad yolu ile onları bilmek manasında idi. Efendimiz (a.s.)’ın “Nice bilgi sahipleri vardır ki onu, kendilerinden daha bilgin ve anlayışlı olana aktarırlar.”  ifadesi bu manadadır. Bu manada fıkıh, şeriat ve din kelimeleri ile müteradif (eş anlamalı) oluyor. İmam-ı Azam efendimizin “Fıkıh, kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir.” şeklindeki tarifi de bunu göstermektedir. Bu İslam’ın ilk evrelerinde neredeyse hicrî 2. asrın ortalarına kadar da bu manada kullanılmakta idi. B-) İkinci asrın yarısından sonra fıkıh, sadece akaidin dışındaki hükmümler yani İslam’ın sosyal hayata dair olan hükümleri manasında kullanılmakta idi. c-) Mezheplerin kurumsallaştığı ve Abbasi devletinin kurulmasından sonra bu güne dek sadece İslam dininin ibadet ve muamelata dair hükümleri manasında kullanılmaktadır. Bu tanımlama süreç içinde, İslam bilimlerinin teşekkülü ile bu şekilde gelişti. Ahlakiyat konularına ilm-i tasavvuf, inanç konularına ilm-i kelam/ilm-i tevhid, ameli konulara ise ilm-i fıkıh ifadeleri kullanıldı.

FIKIH İLE ŞERİAT ARASINDAKİ FARK?

Bu genel malumattan yola çıkarak fıkıh kelimesi ile şeriat kelimesi arasında ilmi anlamda nasıl bir fark olduğuna bakarsak, Şeriat ifadesi İslam’ın bütün hükümlerini ifade ederken, Fıkıh kelimesi ise yalnızca ameli olan şer’i hükümler manasında kullanılmaktadır. Diğer bir açıdan Şeriat, Allah’ın (c.c.) vahiy olarak resulüne indirdiği hükümler ve kaidelere denilirken, Fıkıh, ister nasslardan elde edilsin, ister re’y yolu ile (içtihad edilerek) elde edilsin, ameli hükümleri ve kaideleri ifade etmektedir. Yani şeriat, Allah’ın (c.c.) vahyettiği hükümler ve kaideler olurken, fıkıh ise bunların üzerindeki müçtehidlerin ve fukahanın o vahyedilen hükümlerden istinbat (çıkartma) ettikleri, sahih metodoloji ve temel ilkeler ışığında yaptığı çıkarımlardır.

İfade ettiğimiz bu genel malumattan sonra mahiyet itibarı ile İslam fıkhının mahiyetini iki başlık altında ele alınabilir: a-) ‘Ne’liği ve ‘nasıl’lığı nassa bağlı olup asla değişmeyecek olanlar: İbadetler. Namaz oruç, içkinin haramlığı gibi ibadetler. Bunlar teabbudi (Allah ve Resülünün bildirmesi ile) olduklarından değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Zira kesin nass ile sabittirler. b-) Esası “İnsanların maslahatlarının gözetilmesi” olan genel kaideler, bünyesinde zamanın veya şartların değişimi ile değişiklik arz edebilen hükümler. Tabi burada şunun altının da çizilmesi gerek: Bu zamanın veya olayların değişimi ile değişiklik arz edebilen hükümlerin a) ameli, fer’i hükümler olması; b) bunların kat’i (kesin) naslarla çelişmemesi gerekmektedir. Bu şartlar altında ancak değişiklik yapılabilir.

Selam ve dua ile…

Muhammed Şevket Gökşan’ın yazdığı “Şeriat Neyimiz Olur” başlıklı yazı dizisinin diğer bölümlerini buradan okuyabilirsiniz: Muhammed Şevket Gökşan

Editör: TE Bilisim