Dünya’yı kasıp kavuran koronavirüs salgını hakkında tıp, ekonomi, uluslararası ilişkiler vs. alanlarda bir çok yorum yapılırken İslami açıdan değerlendirenlerin dört kısım olduğu belirtiliyor. Bu bağlamda; insanların bir kısmı “Bu ilahi bir azaptır” derken, diğer bir kısmı “yok bir ayettir” demekte. Bir diğer kısmı ise “Bu bir kıyamet başlangıcıdır” demekte. Başka bir kısım insanlar da “Bu dediklerinizle hiçbir alakası yok. Bu sıradan bir doğa olayıdır” bakış açısıyla yorumlamaktadır. Muhammed Şevket Gökşan ise koronavirüse İslami bakış açısıyla nasıl bakılması gerektiğini yazdı.

İşte Muhammed Şevket Gökşan’ın koronavirüs salgınını değerlendirdiği yazısı:

Hikmeti ile tüm varlıkları var eden, rahmeti ile onlara muamele edip ihsanda, ikramda bulunan, her ne kadar kusur etseler de, hak ettikleri cezayı vermek yerine onlara tevvab olan, kendi mülkünde eşref-i mahluk olarak var ettiği insanoğlunu kendisine halife kılan malik-i yevmuddin olan Allah’a (c.c.) nihayetsiz hamdler ederiz.

Varlıkların sultanı, Allah (c.c.) resulü, evliya ve atkiya kullarının serveri, mümin kulların önder ve rehberi olan Hz. Muhammed’e (s.a.s.) varlıklar adedince salat ve selamlar ederiz.

Acziyetimize, zaaflarımıza, nimetlerine şükürsüzlüğümüze rağmen, bizlere lütuf ve ihsanını esirgemeyen, Bâri Teala hazretlerinden amellerimizle değil de, rahmeti ile muamelede bulunmasını niyaz ediyoruz. İçinde bulunduğumuz şu sıkıntılı süreci hayırlara tebdil etmesini, biz zayıf kullarının korkularını emniyete, kaygılarını, kuşkularını güvene, içinde bulunduğu tehlikeleri selamete tebdil etmesini niyaz ediyoruz.

Hak Teala hazretleri işin ehli mümin kullarının gönlüne, bu vebanın çarelerini ilka buyursun. Özellikle mümin kullarının elleri ile bu vebanın çaresini lütfetsin ki, küfrün gözlerini kapattığı bî nasiplerin gözlerindeki perdeler kalkıp Allah’ın (c.c.) rahmet-i ilahisini görebilsin ve hidayete ersinler.

Bu sıkıntılı günlerde canla başla, hisabî değil, hasbi bir şekilde gece gündüz demeden koşup gayret eden tüm kardeşlerime, rabbimin bu say u gayretlerini ahiretlerine azık kılmasını ve kendilerine dünyada da sağlık ve huzurlu yaşamlar bahşetmesini diliyorum.

Bu yazımızda, son zamanlarda Corona virüsünün yeni versiyonu olan covid 19 adını verdikleri bir virüs sebebiyle, dünya ehlinin kendilerini en güçlü hissettikleri bir dönemde, bütün dünyanın, bunca gelişmişliğine ve güçlerine rağmen, kuvvetlerinin bir kıymet-i harbiyesinin kalmadığı, onca güçlerine rağmen acze düştüğü bir vasatta, şeytan ve şeytanilerin hakikati örtme adına giriştikleri yanlış davranışlara bir nebze değinmek istiyoruz. Bu bağlamda, özellikle ülkemizde söz konusu hadisenin bilimin alanında olmasına, bilim adamlarının dahi açıkça acze düştüklerini itiraf etmelerine rağmen, bu olay üzerinden dine ve din ehline saldırmaları, bu kişilerin ne denli bilim dinine iman etmiş, dogmatik, bağnaz, gerici, yobaz olduklarını, küfürlerinin ne denli gözlerini kör ettiğinin bariz bir göstergesi olduğunu vurgulamak istiyoruz. Bununla beraber; yazımızda aynı zamanda bu vebaya karşı duruşumuzun nasıl olması gerektiğine dair de bahis konusu olacaktır.

Çin’in Wuhan şehrinde, Aralık ayında bir hayvan pazarında ortaya çıktığı söylenen, daha sonra tüm dünyaya yayılan Corona vebası, maalesef bütün bir dünyada korku, kuşku, endişe ve çaresizlik peydahladı.

Üstelik bu hadiseler, insanoğlunun bilgide, teknolojide, zirve yaptığı bir çağda olmakta.

Özellikle dünyanın süper güçleri diye kendilerini lanse eden devletlerin, bütün bir dünyayı yok edecek miktarda kimyasal silaha sahip olduğu bir dönemde bu hadiseler olmakta.  İnsanların nano teknoloji ile, yeni bir gelecek hayallerini kurduğu bir zamanda… İlaç sanayiinde, ölümsüzlük için çarelerinin arandığı bir ortam ve insanların uzayda yaşam arayışları peşine düştüğü bir zamanda oldu/oluyor bu.

Ayrıca bu ve benzer nedenlerle kibrin, nahaklığın, şükürsüzlüğün, haddi aşmaların, ahlaki dejenerasyonun had safhaya çıktığı bir zaman. Aslında insanlık görebilse; bu hadise ile cenab-ı hak, şımarmış ve yolunu kaybetmiş insanlığa asıl güç, kuvvet, kudret ve mülkün sahibinin kendisi olduğunu, eğer isterse, insanı kendi eli ile mahkûm, huzursuz, düşkün kılabileceğini, malının mülkünün kıymetini beş paraya çevirebileceğini hatırlatmakta. Tabi bu, bir vakıanın arka planını müşahede ve oradaki hakikatleri idrak etmede ancak nasipli kulların olması durumunda böyle anlaşılır.

Şu an alan ve sahada elbette ki, sağlıkçılar işin tıbbi yönünü, psikologlar işin yarınlarda doğabilecek psikolojik yönlerini, sosyologlar işin sosyolojisini, ekonomistler işin ekonomik boyutunu, siyasetçiler işin siyasi yönünü ele alacak ve kendi zaviyelerinden ideal olanı, iyi ve doru olanı ortaya koymaya çalışacaklardır. Bu manada yapılan ve yapılacak her bir çalışma ve gayreti takdirle yad ediyor ve cenab-ı haktan o kardeşlerimize muvaffakiyetler diliyoruz. Fakat şunun altını çizmemizde fayda mülahaza ediyorum. Tüm bu çalışmalar yapılırken, bu hadiseyi anlamlandıracak, krizi bir fırsata dönüştürecek olan alan ve saha şüphesiz dinî boyuttur. Yanlış anlaşılmaması için şu açıklamayı başta yapmamız gerek: Bu disiplinleri sayarken meramımız ifade edebilmek için hayatın farklı boyutlarını farklı uzmanlık alanı olarak tanımladık. Yoksa din-i Mübin olan İslam, insanın her anını, hayatta olduğu her alanı tanzim etmektedir. Ve dolayısıyla her alan, dinin alanıdır.

Hakikat bu olduğu halde, en az sağlık yönü kadar önemli olan bu dini yönü (İslam dini söz konusu olduğunda, kurumsal anlamda dinin herkesçe kabul edilen hilafet makamı veya buna muadil bir otoritesi, şu an reelde olmadığı için) sanki daha bir sahipsizdir. Bu sahipsizliğine oranla da, her kafadan bir sesin çıkması, hele hele malumatfuruşluğun alim olmakla karıştırıldığı, özgürlük adı altında nadanlığın revaç bulduğu bu çağda, bu hususun daha da bir hassasiyet kazandığı aşikardır.

Bir mesele, olay hakkındaki kanaatiniz, vardığınız sonuç, o meseleye baktığınız açıyı/yeri ortaya koyar. Tarih boyunca olaylara, meselelere parçalı, parçacı ve parçalayıcı bakanlar hakikati yakalamaktan hep uzak olmuşlardır. Bu nedenle bir hususun altını çizmekte fayda var:

İslam inancında Allah’ın (c.c.) ayetleri iki türlüdür. Biri mekr’u (okunan) ayetler. Diğer kevni/mer’i (varlık) ayetleri. Buradan yola çıkarsak; olay ve meselelerin biyolojik yönünü ele alan tabipler de, işin nedenselliklerini bizlere getiren bilim insanları da, işin ilahi mesaj ve işaret yönünü öğreten (İslami ilimlerde uzman) âlimler de, her birerleri Allah’ın (c.c.) ayetlerinin anlaşılmasına çalışan şahsiyetlerdir. Bu nedenle, bu alan ve sahaların uzmanı alimlerin çalışmalarını ve çalışma alanlarını birbirlerine alternatifmiş gibi görmek veya olaya öyle yaklaşmak ya işin küllüne (bütününe), künhüne (özüne, gerçeğine) tam vakıf olamamaktan veya da art niyetli olmaktan kaynaklanır.

Bizim açımızdan tıp sahası Allah’ın (c.c.) biyolojik ayetlerini izhar ederken, bilim adamları ise mesele ve olayları açıklayarak nedenlerini ve sebeplerini bize kazandırmak sureti ile Allah’ın (c.c.) kevni ayetlerini izah ve izhar ederler. İslam alimleri ise metlüv (okunan) olan ayet-i celileler ışığında hayata, olaylara dair muradullahın, ne ve nasıllığını bizlere öğretir ve ortaya koyarlar.

Şimdi işin tıbbi/biyolojik yönünü tıpçılarımıza, psikolojik yönünü psikologlarımıza, sosyolojik yönünü sosyologlara, ekonomik yönünü ekonomistlere, idari ve siyasi yönünü siyasilere bırakarak, bu ve benzer hadiseleri gerçek anlamda anlamlandıracak ve bizler için birer kazanç ve fırsata dönüştürecek dini/İslami yönüne bir miktar eğilmek istiyoruz.

Dini yönü ile konuşan (işin uzmanı veya değil) kişilere baktığımızda, karşımıza dört türlü yaklaşımın çıktığını görmekteyiz. Bu bağlamda; insanların bir kısmı “Bu ilahi bir azaptır” derken, diğer bir kısmı “yok bir ayettir” demekte. Bir diğer kısmı ise “Bu bir kıyamet başlangıcıdır” demekte. Başka bir kısım insanlar da “Bu dediklerinizle hiçbir alakası yok. Bu sıradan bir doğa olayıdır” demekteler. Bunların içinde hangisi doğru? Hangisi Kur’an ve Sünnet eksenli Müslümanca bir duruş? Ve biz nasıl bakmalıyız?

DURUŞUMUZU BELİRLEYECEK BAZI SABİTELER

Yeryüzünde nedenine, gerekçesine ister vakıf olalım ister vakıf olmayalım, ister görelim ister görmeyelim, yerde ve gökte var olan hiçbir mahluk (yaratılmış) Allah’ın (c.c.) bilgisi ve izni olmadan ne var olabilir, ne de birine bir şey yapabilir. Bu hakikati beyan sadedinde Rabbimiz Teala Enam 59’da “Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” buyurmaktadır.

O halde gözümüzün gördüğü veya görmediği, canlı veya cansız, ya da yarı canlı (bu virüs gibi) her ne varsa, onların bilgisi (ne oldukları, ne işlev gördükleri, neden var oldukları vb.), hakikatte cenab-ı hakkın katındadır. O’nun bilgisi dışında olan hiçbir şey söz konusu değildir.

Bir diğer önemli husus; bir müminin Allah tasavvurunu Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v.) belirler. Bu bağlamda baktığımızda müminin Allah’ın (c.c.) gücü, kuvvet ve kudretine dair imanı, o Allah öyle bir zattır ki, dilerse dilediği kişiyi veya şeyi, o şey farkında olsun veya olmasın, kendisi adına tam teçhizatlı, zerre kadar şaşmayan bir mücehhez orduya çevirir ve kendi muradında onu istimal eder. Bu hakikate işaret sadedince cenab-ı hak;

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Fetih suresi, 7) buyurmaktadır.

İNSANLARIN BAŞINA GELEN HADİSELERİN PERDE ARKASI?

Allah (c.c.) Fatır Sûresi 45. ayet-i kerimesinde “Eğer Allah, insanları kazandıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yerkürenin sırtında hiçbir canlı bırakmazdı. Ne var ki, onları belirli bir süreye kadar erteliyor. Nihayet süreleri gelince, (gerekeni yapar). Çünkü Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.” buyurduğu üzere, kullarının yaptığı her yanlışlarının karşılığını burada vermemekte. Bilakis onlara mühlet ve fırsat tanımaktadır.

Genel durum böyle olmakla beraber, diğer bir ayet-i celilede ise rabbimiz Teala bizlere “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır. (Rum suresi, 41) buyurmaktadır.

Bu her iki ayet-i celileyi beraber mütaala ettiğimizde; Allah (c.c.) kullarının yaptığı her bir kötülük ve yanlışlarının cezasını bu dünyada vermemektedir. Fakat bununla beraber insanların başlarına gelen, istemedikleri işler de insanların kendi yaptıkları yanlış şeylerin doğal bir sonucu olmaktadır. Bu da gösteriyor ki; Allah’ın (c.c.) gönderdiği musibetler kimileri için adalet (yaptıklarının cezası) olurken, kimileri için ise, ibret alsınlar, uyansınlar ibret alsınlar diye gönderilen birer ayet (alamet, işaret)tir. Bir nevi madalyon gibidir. Bir yönünde azap olan diğer yönünde de rahmet olan bir madalyon…

Kur’an-ı Azim’e baktığımızda bu insanların yaptıklarının karşılığı mahiyetinde olan olayları Kur’an ayet, ceza, ibtila (sınanma) musibet ve benzer ifadelerle ifade etmektedir. Bu ayetleri göndermesi hakkında ise yine İsra Sûresi 59’da “Oysa biz mucizeleri sırf korkutmak (korkmanın gereği olan ibret almak) için göndeririz.” buyurarak cenab-ı hak, kullarının kendisinin tabiat üstü ayetleri karşısında acziyetlerini, zayıflıklarını idrak etsinler ve güç-kuvvet ve kudret sahibi olan Allah’a (c.c.) yanlış yaparlarsa, onlara indireceği azabdan ve onun neticesinden korkup sakınsınlar diye gönderdiğini haber vermekte.

Buraya kadar zikrettiğimiz ayet-i celileler ve hakikatlerden özetle ortaya çıkan;

Allah’ın (c.c.) ordularının (görsek de görmesek de) neler olduğunu bilmiyoruz. Azamet sahibi olan Allah (c.c.) dilediğinde dilediği şeyi bir ordu mahiyetinde sevk eder. Bir nevi yegane güç, kuvvet ve kudret sahibi olan Allah (c.c.)’dur. Mümin hayatında bu hakkı cenab-ı hakka teslim etmelidir.

Diğer bir noktada, kulların başına gelen her bir işin, kendi elleri ile yaptıklarının karşılığı olduğu, ama yaptıklarının büyük bir kısmının ise karşılığını ertelediği gerçeği. Salihlerin dili ile “Ayağına taş değse kendini yokla. Eğer varsa bir kusur tevbe et, gereğini yap. Yok bir kusur yoksa Allah (c.c.) bunula ahiret azığını arttırmayı murad etmiştir de ve sabret.” Bu olayları kullarını uyandırmak/uyarmak için gönderdiği gerçeğidir.

Cenab-ı hak tüm yaratılmışları, Kur’an-ı Kerim’inde ayet (alamet, işaret) diye ifade eder. O halde, yaşanan bu veba da bir ayet ve işarettir. Ayrıca bu vebanın, madalyon gibi iki ayrı yönü vardır. Bir yönü ile kimileri için ceza olurken, diğer yönü ile de başka birileri için de bir nasihat ve uyarıcı görevini üstlenmektedir.

Son yaşanan hadiseleri bu üç açıyı harmanlayarak ele almanın Müslümanca bir yaklaşım olduğu kanısındayım.

Bu hakikatler çerçevesinde diyebiliriz ki; iman sahibi her bir mümin bilir ve inanır ki, tabiatta ve kâinatta Allah’ın (c.c.) izni ve iradesi olmadıkça hiçbir şey, hiçbir kişiye ilişemez. Ayrıca özelde tıbbi alanda, genelde bilimsel anlamda yapılan çalışmalar meselenin dini olan yönüne bir alternatif değildir, bilakis din, bu ve benzer çalışmaları da (şartlarına riayet edildiği sürece) ibadet kategorisinde ele almaktadır. O halde bugün gözle görülmeyecek kadar küçük olan bir şeyin, (ehli olmayan avamca, cansız bir nesnenin) kendi kendine adeta bilinçli ve akıllıca yayılması, bunca etkiyi yapması(!) aklen muhal olsa gerek. Birileri bunu bir silah olarak üretti ise de, kendi kendine çıktı ise de… Demek ki her şeye hakim olan ve her zerreyi hareket ettiren, her zerrenin her haline hakim olan bir hareket ettiren var.

Yazının ikinci bölümü yarın (17 Nisan Cuma) yayımlanacak…

Editör: TE Bilisim