Yunus Emre Altuntaş / Analiz Yorum

İstiklâl Marşının kabulünün üzerinden 100 yıl geçti. Fakat daha dün yazılmış gibi diri ve kuşatıcı bir heyecanla milleti kucaklamaya devam ediyor. Hiçbir milletin böylesine sağlam, derin, böylesine kuşatıcı, sarsıcı bir marşı yoktur. Hangi ülkeye, hangi millete bakarsanız bakın İstiklal Marşının mana âlemine yaklaşabilen ikinci bir metin bulamazsınız. Çünkü İstiklal Marşı cephelerde bedeli kan ödenerek yazılmış yeryüzündeki tek hakiki milli marştır. O’nu yazan Akif’in dediği gibi bu milletin ta kendisidir. Akif bunu ilahi bir ilhamla ve muhteşem bir üslupla kaleme almıştır. İstiklal Marşı bugün itibariyle de milletimizin tutunduğu dal, varlığımızı yoğuran maya, hakikate açılan kapıdır. “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” mısrası 15 Temmuz’u selamlar. “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli /Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” mısraları ezanı aslına döndüren Menderes’i selamlar. “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım/Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” mısraları Kıbrıs şehitlerimizi selamlar. “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar/Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?” mısraları emperyalizme boyun eğmeyen milletimizi selamlar. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…/ Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın” mısraları ise bugünümüzü ve yarınımızı selamlar.

BENZERİ OLMAYAN METİN: İSTİKLAL MARŞI

Akif her haliyle adeta bir karakter abidesidir. Doğu ve Batı musikisine ciddi derecede ilgi duyan, ney üfleyen, yüzme, taş atma (bir çeşit gülle atma), güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoş sohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Akif kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişidir. Nitekim Baytar Mektebi’nde okurken bir arkadaşı ile birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun çocuklarına bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Akif, geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlâtlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir. Ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum vardır ve bunu ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür. Cemil Meriç bir yazısında Akif’i şöyle tarif eder: “Emperyalizm hiç bir zaman Akif kadar müthiş bir düşman tanımamıştır. Akif hem bir ülkenin sesidir, hem de bütün bir kıtanın”. Akif kalemiyle tek başına bir cephedir. Yıkılmaz, sarsılmaz bir iman kalesi.

Milletimizin uyanışına ve dirilişine vesile olan İstiklâl Marşı adeta ilâhî bir el tarafından Akif'e yazdırılmıştır. Bunu Mehmet Akif şöyle anlatır "Bin bir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazıl(a)maz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur. Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!" Akif bu anlamda milletimizin yeniden dirilişine vesile olan ikinci Yunus’tur. Nasıl ki Yunus Emre 13. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devletinin dağılma Sürecinde, yurdun dört bir yönden işgal edilişini görüp mısralarıyla millete hayat verdiyse, dilimizi bina ettiyse, kararan gönüllere su serptiyse benzer şekilde Akif de Osmanlı’nın çöküşü ve yeni cumhuriyetin kuruluş sürecinde kitleleri şahlandıran, gönüllere şifa veren şiirleriyle milletin makûs kaderini değiştirmiştir. İstiklal Harbinin kızıştığı işte o yıllarda halkın ve askerlerin milli/ manevî hissiyatına tercüman olacak bir marşın yazımı için Meclis tarafından bir yarışma açılmış ve bu yarışma Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 25 Ekim 1920 tarihli nüshasında ilan edilmişti. Yarışmanın son müracaat tarihi olan 23 Aralık 1920'ye kadar gönderilen toplam 724 eser, daha evvel belirlenen jüri tarafından değerlendirilse de o ruhu yansıtabilecek kudrette, İstiklal Marşı olacak düzeyde bir eser tespit edilememişti. Bu durum ilgilileri yeni arayışlara itmişti. Müracaat edilecek adres belliydi. Fakat Akif yarışma şartnamesinde belirtilen ödül sebebiyle bu yarışmaya katılmak istememiştir. Hamdullah Suphi’nin ve yakın dostlarının ısrarı Akif’i adeta bir emri vaki ile karşı karşıya bırakmıştır. Özellikle yakın dostu ve “Bülbül” şiirini ithaf ettiği Hasan Basri (Çantay)’ın “Sizin adınıza söz verdim” demesi Akif’i bu görevi yerine getirmeye ikna etmiştir.

Taceddin dergahının duvarına yazıldı

Mükâfat meselesi çözüldükten sonra Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı'nı yazmak için Ankara'daki Taceddin Dergâhı'na kapanmıştır. İlk mısra Hasan Basri'nin(Çantay) evine çay içmeye gittikleri ırada ilham olmuştur. Bir sağa bir sola giden ve yerinde duramayan Akif'in en son boş bir odadan sayhası işitilir. Hasan Basri odaya girdiğinde kâğıt olmadığı için duvara yazılmış "Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" dizesini görmüştür. Sonrasında Akif hızla oradan ayrılarak kaldığı Tacettin Dergâhına dönmüş ve milletin ruhunu tutuşturan metni iki günde tamamlayıp teslim etmiştir. İstiklal Marşı 12 Mart 1921 tarihinde meclisteki vekillerin oylarıyla Millî Marş olarak kabul edilmiş ve tüm vekiller yeni marşı ayakta dinlemiştir. Vaad edilen ödül de Akif’in isteğiyle cephedeki askerler için çalışan bir hayır kurumuna bağışlanmıştır. Oysa o kış günlerinde Akif’in sırtında giyecek paltosu dahi bulunmamaktadır. Bir vatan sevdalısı olan Mehmet Akif, İstiklâl Marşı'nı bir şahsın değil, milletin topyekûn sesi ve hissiyatı olarak görüyordu. Böyle düşündüğü için de onu şahsına ait görmemiş, bu yüzden de onu “Safahat”ına almamıştır. Bununla ilgili olarak söylediği şu sözler manidardır: “Onu ben milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Artık o milletindir. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.”

Müstesna bir şair: Mehmed Akif

Sezai Karakoç’un tarifiyle Akif, şiirle düşünmeyi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir. Bir toplumun, bir ömür başından geçenleri şiirle anlatması da diyebiliriz Safahat'a. Müslüman Türk Milleti, Akif’te şiir ölçüleri içinde düşünmüş, ağlamış, haykırmış ve umutsuzluğa batmış, umutla çırpınmıştır adeta. Safahat bir nevi, bu yıkıntıların safha safha anlatılışı, duyuruluşu ve bu yıkıntıların şairde bıraktığı acı izlerin derlenişi, toplanışı ve tespit edilişidir. Bu yüzden, Safahat bir bakıma Türk tarihinin en acıklı günlerinin yaşanmış bir destanı, yas yapraklarıdır. Onda Asım’ın nesli, geleceğin nesli haline gelir ve yazdırdığı destan bu yüzden devirlere sığmaz. Akif ilim aşkı ve titizliğini Arnavut asıllı babasından, uhrevi derinliği ve Peygamber sevgisini ise Horasan asıllı annesinden almıştır. Süleyman arkadaşı olan anlatır: “Akif Hakka, Hazreti sav), büyük âlimlere, cemiyete, insaniyete insaniyete ilan Canandan, hicrandan bedel, hemcinsine mahrumiyetlerden, sefaletlerden bilhassa İslam’ın musibetlerden feryad etti.“

Cenab Şehabettin kalbi fani hislerden ve çok yüksek Din aşkı, vatan iki gözünde birer görürseniz tereddütsüz hükmedebilirsiniz biri üzerinde sancağımız sallanan yerlere, öteki on dört asır evvel Mekke’de doğan hakikat güneşine aittir. Ne yazsa ilhamı ikisinden biri olur” şeklinde anlatır.

İstiklal Marşımızın kabulünün 100. yılında Büyük İslam Şairi Mehmet Akif’i ve vatan için can vermiş tüm şehitlerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

Editör: TE Bilisim