Hazırlayan: Akif İnan Anadolu İmam Hatip Lisesi Genç Yazarları

Osmanlı devleti, 17. yüzyılın sonlarına doğru savaşlar kaybetmeye başladı. Kaybedilen savaşlar; otoriteyi, halkı, ekonomiyi olumsuz etkilemekteydi. Devlet, genel gelirini sağladığı savaş gelirini elde edememekteydi. Batı ise Rönesans, Reform ve sömürgecilik faaliyetleriyle gelişmekte, sermayesini artırmaktaydı. Osmanlı, çözümü bazı konularda Batı’yı örnek almada buldu. Bazı Batılı müesseseler açıldı. Açılan ilk Batılı müesseseler 18. yüzyılda açılan askeri okullar oldu. Bu okullar, özellikle Fransız örneklerine göre kuruldu. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu Batılı veya Batı’da eğitim alan hocalardan oluşuyordu. Sonrasında Jön-Türkler gibi birtakım oluşumlar harekete geçti. Bu ve benzeri yapılar devlete çok zarar verdi. Mesela Jön-Türkler, devleti yıkmak isteyen iç ve dış hainlerle iş tuttular, davayı unuttular.

BATI’YI TAKLİT ETMEK!

Cumhuriyet sonrasında ise kanunlarda, eğitim sisteminde vs. Batılı ülkeler örnek alındı. Bunun bizi geliştireceği düşünüldü fakat şu unutuldu: Bir şeyi taklit etmek bizi ondan ileri bir seviyeye taşımaz. Sadece bir kopya olarak kalırız, gelişmekten çok gerileriz. Benliğimizi unuturuz. Eğer Batı’yı taklit etmektense kendi eğitim sistemimizi geliştirseydik, kendi kanunlarımızı bulsaydık şu an çoğu dünya devinden daha ileride olurduk. Kopya sistemler bize hep zarar getirdi. Bir dönem ülkemize Marksist düşünce dayatıldı. 1960’lardan sonra bazı aydınlarımız Marksist düşünceyi kurtarıcı olarak gördüler. Marksist düşünce Batılılaşmanın ve Kapitalist sistemin bir getirisiydi. Bu düşünce sistemi devlet yönetiminde dinsizliği savunuyordu. Maneviyattan çok maddiyata önem veriyordu. Bir dönem, bu düşünce halka dayatılarak ezan Türkçe okutuldu, Kur’an öğretmek suç sayıldı.

Bu gibi yöntemlerle halk dininden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Çünkü Batılılaşmanın önündeki en büyük engellerden biri dindi. Çünkü dinimiz bize zalimin karşısında dik durmayı emrediyordu. Batı ise kendisine karşı duran bir anlayış istemiyordu. Gerek Batılılarca gerekse içimizdeki hainlerce darbeler yapıldı, mesela 27 Mayıs darbesi, 1980 darbesi… Bunlar, milletin önüne konulan engellerdi. Yakın tarihimize geldiğimizde millileşmeye engel olmak için 15 Temmuz önümüze engel olarak konulmaya çalışıldı. Ama millet direndi, davayı zalime teslim etmedi.

BATI’NIN TEKNOLOJİSİNİ MİLLİLEŞTİREREK ALMAK

Batılılaşma ve modernlik kisvesi altında bize yıllarca her türlü rezillik, ahlaka aykırı işler dayatıldı. Biz, Batı’nın teknolojisini alacağız ama millileştirerek alacağız. Yazımı şu iki sözle bitirmek istiyorum. “Kimisi Müslümanlık uğruna ülkesinden vazgeçiyor, kimisi ise Batılılaşma uğruna Müslümanlıktan.” Yusuf İslam “Bir kere, yaptığımız; Batılılaşmak değildi. İkincisi, Batı; bizim sandığımız gibi değildi. Üçüncüsü; Batı’nın ulaştığı yer, özenilecek bir yerde değildi.” Atilla İlhan

Kaan Çekici

***

Zor zamanda dava adamı olabilmek

Dava adamları, sayılarının azlığına aldırmazlar. Sayı, onların umurunda bile değildir. Onlar sorumluluklarını yapmanın gayreti içindedirler.

TOPLUMDA hakkın, iyinin, doğrunun, faydalının hâkim olması için gecesini gündüzüne katar hakiki dava adamı. “Kim var?” diye seslenildiğinde, sağına soluna bakmadan “Ben varım!” der ve ortaya çıkar. Dava adamının lügatinde “Bana ne, benden başka adam yok mu, niye hep ben yapıyorum?” gibi sözler yoktur.” “Benim olmadığım yerde kimse yoktur.” anlayışıyla hareket eder. Dava adamı, zor zamanların adamıdır. Zor zamanlarda bir iddiaya sahip olmak, avuçta kor taşımak kadar zordur. Yüreğinde iman gibi bir güneşi taşıyanlar, omzunda bir dava taşımaya seve seve razı olurlar. Dava adamı olmak, sıkıntıya gelmemek değil, sıkıntıya talip olmak demektir.

TOPLUMUN PROBLEMLERİNE DUYARLI

Günümüz Müslümanları, hem inandıkları gibi bir dünya kurmak istiyorlar, hem de lükslerinden, konforlarından, rahatlarından, hayatlarından fedakârlık yapmadan bunu gerçekleştireceklerini sanıyorlar. Maalesef yanılıyorlar. Batıl ehlinin batıl davaları için yaptıkları fedakârlıkları, hak ehli kendi davası için yapmadan zaferden söz edilemez. Dava adamı, toplumun problemlerine duyarlıdır. Ümmet-i Muhammed´in derdiyle dertlenir, çareler arar, çözüm üretir, dert edinir. Müslüman kardeşinin derdine çare olamamışsa kahrolur. Bütün hak arama mücadelelerinde en ön saftadır.

KİMSESİZLERİN KİMSESİ

Alın terini, emeğin kutsallığı savunmayı, başörtüsü mücadelesini, Hakkın sesini yükseltmeyi insanlar; dava adamlarından öğrenir. Dava adamları; ezilmişlerin, horlanmışların, fakirlerin yardımcısıdır. Kimsesizlerin kimsesi, yetimlerin sahibidirler. Kimsesiz birini gördüğünde “Kimsesiz değil, ben varım.” der, sahip çıkar. Mazlumların, güçsüzlerin, fakirlerin tarihin her devrinde İslam’ın müttefiki olduğunu bilir. Sürekli, makamlı ve varlıklı insanlarla birlik te olup da fakir ve yoksul insanları ihmal etmez. Diyeceğim o ki dava adamı olmak o kadar da kolay değil.

Mehmet Zahid Çoşkun

*** 

Anne-baba hakkı

ANNE ve babamızın, doğumumuzdan beri bizi büyüten ve koruyan kişilerin, üstümüzdeki hakları asla ödeşilmez.

Onlar bizi büyütürken çok zahmet çektiler, bize emek verdiler, büyük fedakârlıklar yaptılar.

Onlar bizi yedirdiler, içirdiler, ilkokuldayken bizi bırakıp saatlerce beklediler, zor zamanlarımızda yanımızda oldular işte bu yüzden onlara dünyaları versek yine de onların üzerimizde olan haklarını ödeyemeyiz.

Onlar bize kızdıklarında üzülerek ya da öfkelenerek onlara tepki vermek yerine hatalarımızdan ders çıkarmalıyız; yoksa hayatı öğrenmek bizim için daha da zorlaşacaktır. Anne ve babalarımıza karşı sözlerimizi temiz ve özenli bir şekilde kullanmalıyız.

Onları kıracak kaba ve kırıcı davranışlarda bulunmamalıyız.

Onlar bize bu kadar fedakârlık etmişken biz onların söylediklerinden birini bile yapmıyorsak insan olmayı, adam olmayı öğrenememişiz demektir.

İnsan olmak, ana-baba hakkını bilmekle başlar.

Süleyman Ali Arslan

***

Memleketim: Sinop

İSTANBUL’dan dokuz saatlik bir yolculukla Sinop Türkeli’ne geldik. Türkeli, resmiyette ne kadar bir ilçe sayılsa da daha çok bir kasabaya benziyor. Herkes birbirini tanıyor. Adım başı ya bir akraba, ya bir komşu ya da arkadaş. Bir de kendine has küçük bir plajı var. Yazları çok kalabalık oluyor ama hala sakinliğini koruyabiliyor. Türkeli’nde anneannem, dayımlarım ve kuzenlerim yaşıyor. Oraya gittiğimizde hep beraber oluyoruz ve çok eğleniyoruz.

HER KÖYLÜNÜN BAHÇESİ

VAR Türkeli’nin çok sayıda köyü var. Ben size kendi köyüm olan Çatakgüney köyünden bahsedeceğim. Adı biraz garip hâlâ adının neden Çatakgüney olduğu bilinmiyor. Her köylünün bahçesi var. Köylüler sabah erkenden kalkıyorlar, mahsul varsa mahsulü topluyorlar eğer yoksa da bahçelerindeki ağaçları suluyorlar. Benim babaannem de köyde yaşıyor. Onun da bahçesi var bize her sene bahçeden mısır ve fasulye topluyor. Sinop’a gidip de Erfelek Şelaleleri’ni görmeden olmaz. Birbirinden harika bir sürü şelale. Sinop merkeze gittiğimizde de bizi Sinop Etnografya Müzesi karşılıyor. Burada; Sinop yöresine ait evlerin gösterildiği galeri bölümü, silahlar, mutfak araç gereçleri, takılar var. Sinop merkezden biraz daha ileri gidince bizi tarihi Sinop Kalesi karşılıyor. Neredeyse 2500 yıl önce Selçuklu sultanının yaptırdığı bu kale, 25 metre uzunluğundadır. Gelelim Şair Sabahattin Ali’nin de bir zamanlar kaldığı ve “Aldırma gönül aldırma…” adlı şiirin yazıldığı tarihi Sinop Cezaevi’ne.

Yaklaşık 4000 yıl önce Gastaklar tarafından yapılan ve ünlü gezgin Evliya Çelebi’nin de kitabında bahsettiği Sinop Cezaevi, o dönemlerde kale olarak kullanılsa da 1887’de cezaevine dönüştürülmüştür. Şimdi bu kadar güzelliğe ev sahipliği yapan bir şehrin lezzetlerinden bahsetmemek olmaz. Mısır çorbası, adı üstünde mısırla yapılıyor ve çok lezzetli oluyor. Islama dediğimiz şey de yufkaları rulo şeklinde kesip üzerine az bir et ve et suyu koyduğumuz yemektir. Güzel Sinopumuza hepinizi bekleriz.

Hamza Gürel

Editör: TE Bilisim