Hazırlayan: Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam Hatip Lisesi Genç Yazarları

Endülüs kelimesiyle ilk karşılaşmam sanırım yedi sekiz yaşlarındayken oldu. Terzi olan babamın dikiş makinesiyle boğuşurkenki hâli hiç çıkmaz aklımdan. Bir yandan işi yetiştirmenin telaşı içinde olur, diğer yandan da ara ara eşlik ettiği o emsalsiz nağmeli musikilerin keyfini sürerdi genç adam.

Bir gün atölyede ayak işlerini görürken dinlediği müziklerin ne tarz olduğunu sordum ve beni yepyeni bir hayal yolculuğuna çıkaracak o sözcükle tanıştım:

-Oğlum, bunlar Endülüsiyat

-Endülüsiyat?..

-Yani Endülüs’te yazılan şiirlerin bestelenmiş hâlleri.

-Endülüs de neyin nesi?

Bu soruyu sorarken soru-cevap yağmuruna sürükleneceğimi hiç düşünmemiştim. Sorular durmadan artıyor, her cevabın içinde yeni gizemli kelimelerle tanışıyordum. Nefes almadan bir sonraki sorunun kelimelerini arıyor, kelime hazinemin fakirliğine içten içe kızıyordum. Şark diyarlarının medeniyet merkezi Halep şehrinin kadim ve gürültülü caddelerinin birinde daracık girişli bir dikiş atölyesinde sandalyede otururken Kaf Dağı’nın arkasında bulunacak bir yer daha keşfetmiştim: Endülüs…

Bugün bu satırları yazarken Halep’te değil İstanbul’un Suriçi’nde oturuyor, Arapça değil Türkçe yazıyorum. Şehirler ve diller değişmiş, ömrün yirmi yılı geride bırakılmış ama Kaf Dağı’nın arkasındakilere duyulan merak katlanarak çoğalmıştı

İnsanlık 7. asrın başında; mutlak sulh ve adalete dayalı, zifiri karanlıkların göbeğinde insanlığa aydınlığı vadeden bir yaşam rehberiyle tanışmıştı: İslam...

ENDÜLÜS İSLAM MEDENİYETİ

İslam’ın ikinci doğuşu yani Hicret’in üzerinden doksan iki yıl geçmiş, İslam orduları Arap Adası’nın hâkimiyetini tamamen ele geçirmiş; Fars topraklarına, Bizans topraklarının önemli bir bölümüne ve Kuzey Afrika’ya yayılmıştı. Bu yayılış vuku bulurken uzaklarda bir yerlerde Bahreyn Denizi’nin (Daha sonra Kurtuba Denizi diye anılan deniz günümüzde Alboran Denizi ismini taşımakta.) ötesinde, İber Yarımadası’nda insanlık tarihini yeni baştan yazacak bir medeniyetin doğuşuna vesile olacaklarının farkına bile varmayan güçler -Germen kabileleri- birbiriyle çatışıyordu. MS 415’te yarımadayı ele geçiren Vizigotlar, asillerin ve kilisenin nüfuzu altında siyasi istikrarını sürdüremedi ve iç çekişmelerle, sınır çatışmalarıyla, özellikle de farklı din mensuplarına karşı uygulanan baskıcı politikaların getirdiği huzursuzluklarla dolu bir döneme girmişlerdi. Diğer yandan iki kıtada (Asya ve Afrika) karşı konulmaz bir güç hâline gelen Müslümanlar, Kuzey Afrika’ya da sığmayınca dümenlerini Bahreyn Denizi’nin ötesindeki o gizemli ve zengin topraklara çevirdiler. MS 711’de Müslümanlar (Emevi Devleti) Kuzey Afrika Valisi Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyad’ın önderliğinde denizi aşıp İber Yarımadası’na ayak bastılar. Cesur kumandan Tarık, Vadilekke (Rio Barbate) kıyısında karşılaştığı Kral Rodrigo ve kalabalık ordusunu hezimete uğratarak sırasıyla Valiler Dönemi (711-755), Endülüs Emevileri ve Halifelik Dönemi (756- 1031), Mülûkü’t-tavâif Dönemi (1031-1090), Murâbıtlar Dönemi (1090-1147), Muvahhidler Dönemi (1147-1229) ve Gırnata Benî Ahmer Emirliği (1238-1492) Dönemi’nden geçerek toplamda sekiz asır sürecek eşsiz bir medeniyetin zuhuruna kapı araladı. Bu medeniyet, Endülüs İslam Medeniyeti’ydi.

KÜLTÜRLER, DİNLER, DİLLER SEKİZ ASIR HARMANLANDI

Müslümanların yarımadayı zapt etmesiyle ticaret yollarının güvenliği sağlanmış ve bu cennet toprakların üzerinde yaşayan herkes rahat bir nefes almıştı. İber yarımadası; coğrafi konumu, limanları, verimli topraklarında yetişen şahane ürünleri sayesinde bölgedeki tüm tüccarların cazibe merkezi hâline gelmişti. Bu özellikleri nedeniyle birçok ırkı, dini, kültürü ve medeniyeti kucaklayan topraklar, İslam devletlerinin yönetim anlayışına kavuşunca tarihte nadir görülen bir medeniyetler havzasına dönüştü. Fetihten sonra Endülüs eskisinden farklı bir sosyal yapılanma sürecine girdi. Kökleri Mağrib’e, Kuzey Afrika’ya, Biladuşşam’a ve Avrupa’ya dayanan kültürler, dinler, diller sekiz asır boyunca harmanlandı ve insanlık tarihine altın bir çağ armağan etti. Bu durum, avantajlı bir coğrafyanın doğru idare elinde yönetilmesinin bir neticesiydi. Ancak bununla beraber etnik farklılıkların getirdiği çekişmeler de mevcuttu. İşte Endülüs’ü diğer medeniyetlerden farklı kılan can alıcı nokta buydu.

İLİMDE VE SANATTA TARİHİN SEYRİNİ DEĞİŞTİRDİ

 Endülüs halkı, siyasi anlamda daimi bir huzura kavuşmamasına rağmen ilimde, sanatta, mimaride, edebiyatta ve daha birçok alanda tarihin seyrini değiştirecek başarılara imza attı. Tarihin ilk mekanik mühendisliği kitabının yazarı Muradi, ilk astronomi ve matematik uzmanı ve ilk astronomi okulunun kurucusu Mecriti, ilk cerrahi uzmanı ve cerrahi tıbbın kurucusu Ez-zahravi, dünyada ilk insanlı uçuş deneyini yapan Abbas bin Firnas, ilk defa Aristo’nun eserlerini farklı bir dile (Arapça) çeviren ve Aristocu akımı Batı’ya yeniden tanıtan İbn Rüşd, dünyanın ilk iklim haritasını çizen İdrisi ve pek çokları… Hepsi Endülüs’ün nadide havzasında yetişen ve insanlık tarihini yeni baştan yazan ilim önderleri. Tüm bu bilginlerin yetiştiği sosyal yapı ise yine ilklerle doluydu. Avrupa karanlık çağını yaşarken Endülüs, bölgenin hatta dünyanın en müreffeh ülkesiydi. İlk düzenli kütüphaneler, ilk hamam sistemi, ilk yatılı hastaneler Endülüs’te kuruldu. Yazılı eser çoğaltma işinin mesleğe dönüştüğü ülkede dört yaşını aşıp okuma-yazma bilmeyen çocuk bulmak neredeyse imkânsızdı. Civardaki pek çok ülke kanalizasyonun ne olduğunu bilmezken Endülüs şehirlerindeki evlerin çeşmelerinden içme suyu akıyordu. Her yönüyle gözleri kamaştıran bu cennet ülke, limon ve zeytin ağaçlarıyla süslenmiş sokaklarla, ihtişamlı camilerle, emsalsiz saraylarla donatılmıştı.

600 CAMİ VE MEDRESE

Sadece Endülüs Emevi Devleti’nin başkenti Kurtuba’da 200.000 ev, 600 cami ve medrese, 800 hamam, 50 hastane ve çeşitli sanayi tesisleri vardı. Endülüs’e altın çağını yaşatan III. Abdurrahman’ın temelini attığı ve II. Hakem’in tamamladığı Kurtuba Kütüphanesi’nde 400.000’den fazla kitap bulunuyordu. Dünyada kitap çoğaltmak için kâğıt ihtiyacı varken Endülüs medreselerinde yetişen talebelerin ellerinde müsvedde defterleri vardı. Endülüs, Orta Çağ İslam dünyasının dolayısıyla tüm dünyanın en önemli ilim merkezlerinden biriydi. Ancak her başlangıcın sonu olduğu gibi bu muhteşem medeniyet de son buldu. Vahşi, cani ve kanlı ellerin zulmü altında şehirleri yağmalandı, sarayları yakıldı, camileri harap edildi ve insanları soykırıma uğradı. Endülüs’ün düşmanları öyle çağdışı ve acımasızdı ki tek amaçları tüm ülkenin alevler içinde cayır cayır yandığını görmek ve içlerindeki din, ırk, renk nefretini beslemekti. Öyle ki başşehir ele geçirildiğinde ülkenin dört bir yanından getirilen kitaplar Mecrit’te (bugünün Madrid’i) toplanır ve ateşe verilir. Yüzbinlerce kitap yığınının oluşturduğu tepeler günlerce yanar, geriye kalanlar ise ordular tarafından Avrupa’ya götürülür. Avrupa, Rönesans ve Reform hareketlerini, Endülüs kitaplarının küllerinden elde ettiği bilgiler ışığında gerçekleştirir. Bugün kullandığımız cihazlardan sağlık sistemlerine, dinlediğimiz müziklerden okuduğumuz fizik, kimya, matematik kitaplarına kadar hayatımızı kuşatan pek çok materyalin kökeni Endülüs’e dayanır. Günümüzün İspanya’sı ve Portekiz’i, Endülüs’ün kalıntıları sayesinde adlarını Dünya Miras Listesi’ne yazdırmışlardır.

BATI’NIN ŞARK’A AÇILAN KAPISI: ENDÜLÜS

Endülüs; Batı’nın ve dünyanın Şark’a açılan kapısı, Şark’ın da tüm cihana ulaşan kültür ve ilim köprüsüdür. İslam Medeniyeti’nin tasavvura kavuştuğu, ete kemiğe büründüğü ve sağlam bir havzaya dönüştüğü en önemli örneklerden biridir Endülüs. Yıkılışının üzerinden 600 yıl geçse de kültürü, nağmeleri, musikisi hâlen devam etmekte. O nağmeler o kadar güçlü ki ta İber’den başlayan 600 yıllık bir yolculuğu aşıp Halep’in daracık, kadim sokaklarında küçük bir atölyenin duvarlarına sızabilmiş. Babama o soruyu sorduğum gün Endülüs bir masaldı, sonra bir hayale dönüştü ve nihayet acıklı bir hikâyeye. Artık ismini her andığımda Kurtuba, Sebte, İşbiliye, Mecrit, Gırnata ve Elhamra’nın sokaklarındaki limonun, portakalın, zeytinin ve yaseminin kokusu burnumda tüter oldu.             

Mahmud Zeyn

***

Kazakistan’da ad verme geleneği

Kazakistan’da yeni doğan çocuğun ismi ebeveyn, dede, nine veya ailenin büyükleri tarafından verilir. Hatta bazen çocuklar da yeni doğan kardeşlerine isim verebilir.

En yaygın erkek ve kız isimleri şunlardır:

1- Alihan / Алихан

2- Aisultan /  Айсұлтан

3- Nurislam / Нұрислам

4- Ramazan / Рамазан

5- Aldiyar /  Алдияр

6- Medina /  Медина

7- Ailin  / Айлин

8- Aişa  / Аиша

9- Asılım  / Асылым

10- Aizere  / Айзере

Kazakistan’da resmî belgelerde (kimlik, pasaport, doğum belgesi vb.) isimler 3 haneden oluşur: 1. soy isim, 2. isim, 3. baba ismi.

Soy isim olarak çocuğa baba tarafından olan dedesinin ismi verilir. Bu uygulama kuşaktan kuşağa böyle devam eder. Ancak 18 yaşından sonra isteyen dedesinin ismini değil babasının ismini soy isim olarak kullanabilir. Mesela benim soy ismim Aktamberdi. Bu isim benim dedemin ismidir. Benim ismim, Abdulmuhammedhaydar. Babamın ismi ise Musabek. Yani resmî belgelerde benim ismim; Актамберды Абдул Мусабекулы / Aktamberdi Abdulmuhammedhaydar Musabekoğlu şeklinde yazılıyor.

Peki, Kazakistan’da evlenen kızların soyadı değişir mi? Aslında bu konu kadının tercihine bırakılmıştır. Kadın isterse kendi soy ismini kullanır, isterse kocasının soy ismini alır. Ancak kadınlar genellikle soy isimlerini değiştirmezler.

Aktamberdi Abdulmuhammedhaydar Musabekoğlu

Editör: TE Bilisim