Birkaç yıldır dünya, Covid-19 ve savaşlar dolayısıyla yaşanan sıkıntılarla mücadele etmeye çalışıyor. Bu büyük felaketlerin ölümler, göçler gibi doğrudan sonuçları olduğu gibi uzun süreli sosyal ve ekonomik problemler gibi dolaylı etkileri de bulunuyor. Küçük bir köy olan küreselleşen dünya da ise kimse bu etkilerden uzak kalamıyor.

Krizler dün olduğu gibi bugün de belirli bazı eğilimleri ortaya çıkarıyor. Ülkelerin sosyal, siyasal ve ekonomik olarak içe kapanık politikalar uygulamalarına neden oluyor. Krizlerin en büyük mağdurları halklar ise tepkisellikle merkez akımlardan sapıyor, muhalif kesimlere kayarak popülizm sarmalına kanalize oluyor. 

1999’da Venezuela’da Chávez’in iktidarıyla Latin Amerika’da pembe dalga olarakta bilinen sol partiler iktidara taşınmıştı. Daha sonra Brezilya, Arjantin, Nikaragua gibi ülkeler de aynı şekilde sol akımlara ümit bağlamışlardı. Devam eden yıllarda sol iktidarlar sosyoekonomik olarak iyi bir karne çıkaramadılar. Dolayısıyla neoliberal politikalara yine dönüş olmuştu.       

Latin Amerika’da 20 yıl önce olduğu gibi son birkaç yıldır ülke yönetimlerine sol iktidarlar geliyor. Aslında bu durumun pek ayrışan bir özellik taşımadığını ve dünya ile de paralellik gösterdiğini söylemek gerekiyor. Almanya, Norveç, İtalya ve İspanya’daki politik arenadaki değişen eğilimler bize bunu gösteriyor. Ayrıca birçok Avrupa ülkesindeki sağcı popülist yaklaşımlardaki ivme de aynı membadan besleniyor.            

Geçen ay muhafazakâr ve sağ yönetimlerin hüküm sürdüğü ve Amerikan dostluğu ile bilinen Kolombiya’da da solcu lider Petro’nun seçimi kazanması yeni bir pembe devrim heyecanı yarattı. Bu suni beklenti yılın sonunda Brezilya’da Lula’nın da tekrardan iktidara geleceği ümidiyle birlikte Latin Amerika’da meçhul ütopyayı tetikledi. Hatta büyük Latin sol ittifakları hülyaları dillendirildi. 

Sol liderlerin seçim vaatleri, Latin Amerika halkı tarafından son yıllardaki krizlerin mağduriyetlerinden bir çıkış noktası olarak görüldü. Bu vaatler halklara büyük ümitler aşıladı. Sosyoekonomik sorunlardan kurtuluş arayan insanlar Venezuela’daki popülist uygulamaların ve sonucundaki ambargoların ülkeyi ne hale getirdiğini gördüler. Milyonlarca insanın Kolombiya’ya göçü sorunların yumağını büyüterek Latin Amerika’da durumu daha da görünür kıldı. Arjantin örneği zaten halkların hafızasında hep yer etmişti.

Yeni gelen sol yönetimlerin halkın beklentilerine kayıtsız kalamayacağı görülüyor. Yüzyılın başından itibaren aldıkları bu ikinci şansı sol hükümetler ideolojik temellerden sapma pahasına kaybetmek istemeyeceklerdir. Bunun belirgin sinyalleri ise liderlerin demeçlerinde kendini gösteriyor. Siyaseten ABD ile zıtlaşmamak adına Ukrayna Krizi’nde katıksız bir Rusya desteği ortada gözükmüyor, denge gözetiliyor. Geçmişte Lula örneğinde olduğu gibi Petro’nun da neoliberal politikalarla uyumlu olacağı, özel mülkiyetin korunmasına ve yabancı yatırımların artırılmasına destek olacağının işaretleri veriliyor.

Hegemon mücadelesinde önemli aktör Çin, Latin Amerika’daki sol eğilimin artmasından heyecanlansa da yeni sol liderler bir macera arayışına girmeye pek yanaşmayacaklar. Nikaragua’nın baskılar sonucunda Tayvan ile diplomatik ilişkisini kesme noktasına getirilmesi Çin’in ABD’den pek bir farkı olmadığını, Hegemon reflekslerinin aynı olduğunu Latin Amerika ülkelerine hatırlatmış oldu.  

ABD, Meksika ve Kolombiya’da başkent belediye başkanlıkları döneminde “testi geçmiş” sol liderlerin iktidara taşınmasında bir sakınca görmedi. Geçtiğimiz yıllardaki Kolombiya’daki sokak gösterileri de hatırlanacak olursa Amerikalılar açısından halkların tepkileri artık bir havuç diplomasisinde eritilmeliydi. ABD kamu diplomasisi ve yumuşak gücü Latin Amerika’yı domine etmeliydi. Zaten yakında Venezuela darbesi başarısız olmuştu, üstelik bugünlerde Ukrayna Savaşı enerji ihtiyacı problemini ortaya çıkardı. Yani Latin Amerika özelinde Venezuela’ya ihtiyaç arttı. Bunun için yumuşama şarttı.   

Latin Amerika’da önümüzdeki dönemde sol paradigma, popülizm ve pragmatizm sarmalında buharlaşacak. “Kıvama getirilen” halkların öncelikli beklentileri ideolojik angajmanları örseleyecek. ABD yumuşak gücü, arka bahçesinde Rus ve Çin etkisine mahal vermeyecek.

Neo-neoliberal politikalar, uyumlulaştırma işlevi görecek. Amerikalıların neo-neoliberal politika olarak tanımlayabileceğimiz uygulamaları ile sol iktidarlarla yeni bir senteze girilecek. Aksi takdirde yarım asır boyunca Soğuk Savaş’ta ideolojik mücadele yürütmüş Amerikalıların Latin Amerika’daki bu sol “şahlanışı” böylesine olgunluk ve nezaketle karşılamasını anlamak mümkün olmayacaktı. Bunu söylerken “her şey Amerika tarafından yönlendiriliyor” saplantısı ve tuzağına düşmediğimi de ümit ediyorum.