Uzun zamandır, evinden uzaklara giden adam; hiç evini terk etmeyen, yurdunu terk edemeyen insanların dünyasına gittin. Evin nerede kaldı? Yüreğin nerede kaldı? diye soruyorum kendime.

Bir de, öyle aşılmaz engeller, geçilmez yollar çıktığında karşıma; nasıl yaparım? diye soru soracağım kimseleri bulamıyorum yanımda. Bu, biraz da yaşlanmayla ilgili. Soruların cevapları ya benden önce ölenlerde, ya da kitaplarda.

Soru soracak, akıl danışacak, yol gösterecek birilerini bulamıyor ve fellik fellik el aman, diyorsanız; işte o zaman yolu kaybetmişsiniz, belki de kendi çölünüzde kaybolmuşsunuzdur.

Biliyor musunuz; birçok şeye şahit olmak, çok yaşamak o kadar da matah bir şey değil. Yaşamak yükü fena ağır bir şey. Misal, bayram geliyor, içinizde bir ferahlık oluyor, sonra ise; gördüğün, duyduğun, yaşadığın, bildiğin bir şeyler hücum ediyor üzerine. Güzelim bayram öylece, içeriye davet edilmeyen mahcup bir misafir gibi elindekilerin ağırlığıyla, kapı önünde öylece kala kalıyor.

Tabi, doğrusu bildiğin, duyduğun, gördüğün ne varsa susturup bayramı içeri buyur edip bir abdest alıp, her gelen Allahtandır, deyip sakince bayramın anlatacaklarını dinlemek... Oysa, insanoğlu nisyan ile, isyan ile malül.

Kapıda bir vakit bekleyip giden mahcup ve mütevazi; kanaatkar ama zengin bayramlar da günü gelince gider. Geriye ise her zaman unutacağımız o hay huy kalır. Tıpkı Ramazan'ı, kandilleri, sıla-yı rahimleri unuttuğumuz gibi.

Geriye döneyim: Evet, doğdukları yerde ölenlerin yurtlarında uzunca bir zaman bulundum. Doğduğum yerde ölmeyi özlüyormuşum meğer. Ve en çokta, bana akıl verecek insanların kaybolmadığı, kaybolmadığım bir dünyayı... 

 

Oysa bizler unutacağımız ve utanacağımız ne çok şey biriktiriyoruz!

Ve başımızı ellerimizin içine alıp, tüm sesleri ve arzuları susturup gönlümüzü dinlediğimizde soruyoruz asıl soruyu: ne kalır geriye? Sel gidip kum kalır ya; o kum ne idi? Mayamızda, hamurumuzda yani ki çamurumuzda olan neymiş?

Bu bayram bu soruyla hayli cebelleşeceğim sanırım.