Bir dâvâm vardı benim, ufuklara mı gitti?

Onu taşıyanlar kaybolup mu gitti?

ÖNCE DÂVÂ

Tabii ki her zaman ve her yerde ve son nefesimize kadar ÖNCE DÂVÂ diyeceğiz. Çünkü o bizim nefesimiz, suyumuz ve gıdamız. O olmadan mümkün olmaz yaşamamız. Bu Dâvâ peygamberlerin ve Peygamber Efendimiz (sav)’in dâvâsıdır. Yani Hak Dâvâ, Allah’ın dâvâsıdır. Biz bu dâvânın hizmetkârları, gayretkeşleri ve çilekeşleriyiz ya da öyle olmalıyız. Onunla ağlamalı, onunla gülmeliyiz. Onunla nefes almalı, onunla yiyip içmeli, onunla tabiri caizse yatıp kalkmalıyız. Onunla yaşamalı, onunla da ölmeliyiz inşallah. Onu baştacı etmeliyiz.

Düşerken görürsek tutmalı ve gücümüz yettiğince kaldırmalıyız. Çünkü o düşerken asıl biz düşüyoruz demektir. Onun başına bir şeyler gelirse uykuyu-durağı kaybetmeli ve onu huzura kavuşturmalıyız. O, bizim, sanki bir evladımız olmalı. Ona kıyamamalıyız. Ona kıyanlar kendilerine kıyarlar. Evlatlarına kıyarlar. Bakın şimdi ortalığa! Ona kıyıldığı için nesillere de kıyıldı. Ne kadar acı bu! Bunlar bizim tam 50 yıldır devamlı düşündüğümüz, yazdığımız, söylediğimiz, yandığımız ve ağladığımız acılarımızdır.

EFENDİMİZİN TEBLİĞ ÇİLESİ

Bunun çilesini çeken peygamberler ve tabii ki Efendimiz (sav) geliyor aklımıza. Bir Taif seferi bile yeter bunu anlatmaya:

Peygamberimizin amcası EbûTalib ile Hz. Hatice (ra) vefat etmişlerdi. Ebu Talib yeğeninin en iyi koruyucusu idi. Bu arada Hatice Annemizin çok fedakâr bir Dâvâ insanı olduğunu ifade etmeliyiz. O aynı zamanda Allah Rasûlü ve İslâm’a bağlılığından dolayıdır ki, bu yolda servetini sarf etmiş fedakâr bir eş ve bizlerin de en kıymetli annesidir. Ne yazık ki adı müslüman göründüğü halde, ona hakaret eden gafiller var. Bunun hesabını mutlaka Rabbimize verecekler. Yaptıkları itikadi ve ameli sapkınlığın cezasını da çekecekler. Susanlar da payını muhakkak alacak.

Onlardan sonra müşriklerin Peygamberimize eziyeti artırmaları üzerine Peygamberimiz, bir ümit ile Taif halkını İslâm’a dâvet etmek için ilk müslümanlardanZeydİbn-i Harise’yi yanına alarak Taif’e gitti. 

Ama ne yazık kiTaif’liler İslâm’ı kabul etmedikleri gibi O’na ve Zeyd’e çok eziyet etiler.  Tâif’in ileri gelenleri Peygamber Efendimiz’den (sav) şehri hemen terk etmesini istediler. Sokak çocuklarını ve köleleri kışkırtarak onu (sav) ve yol arkadaşı Zeyd b. Hârise’yi taşlattılar. Rasûlullah (sav) her adım atışında, ayaklarına taş atarak kanlar içinde bıraktılar. Zeyd b. Hârise ona (as) kendini siper ediyordu. Hatta başından ciddi yaralar da aldı. Tâifliler’den kurtulduklarında Peygamberimizin (sav) ayaklarından kanlar akıyordu.

O’NUN MERHAMETİ VE ÜMİDİ

Hz. Âişe (r.anha) bir gün, Peygamber Efendimiz’e (sav): “Ey Allah’ın Rasûlü! Senin başına, Uhud gününden daha çetin bir gün geldi mi?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz (as): “Senin kavminden neler çektim neler! Hele onların yüzünden Akabe günü çektiğim ise, çektiklerimin en çetini idi: (Taif’e gidip) kendimi Abdi Yalil’lereanlatıp bana yardımcı olmalarını istediğim zaman, isteğimi kabul etmemiş, reddetmişlerdi. Ben de üzgün bir halde Mekke’ye yönelip, yüzümün doğrusuna gittim durdum. Ancak Karnu’s-Seâlib’de kendime gelebildim. Başımı kaldırıp baktığım zaman, bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm. Tekrar baktığımda, bir de ne göreyim? Bulutun içinde Cebrail var! Hemen bana seslendi:

‘Şüphe yok ki, Allah, kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri red cevaplarını işitti de, onlar hakkında dilediğini kendisine emredesin diye sana Dağlar Meleğini gönderdi, dedi. Dağlar Meleği bana seslendi ve selâm verdi. Sonra da:

‘Ey Muhammed! Şüphe yok ki, Allah, kavminin sana söylediklerini işitti. Ben Dağlar Meleğiyim! Rabbin, dilediğini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Şimdi, ne dilersen, dile! Eğer onların üzerlerine iki dağı Mekke’yi kuşatan EbûKubeys ve (Kuaykıan dağına bakan) el-Ahmer dağlarını kapamamı dilersen dile, (hemen kapayıvereyim!) dedi.İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Garîbi’l-Eser.

Ben: ‘Hayır! Ben onların helâk olmalarını istemem. Bilâkis, Allah’ın, onların nesillerinden, yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi şerik koşmaya­cak kimseler çıkarmasını dilerim dedim.”(Buhârî, “Bed’i’l-Halk”, 59/7.)

DÂVÂN’DAN VAZ GEÇERSEN…

Müşrikler daha önce amcasına gelmişler ve:

-Muhammed dâvâsından vaz geçerse onu Mekke’nin reisi yapalım, ona çok mal verip zengin edelim, Mekke’nin en güzel kızları ile evlendirelim. Yeter ki o dâvâsından vaz geçsin, dediler.

“Âlemlere rahmet olarak gönderilen” o güzel insan ise, onlara şu meşhur cevabı verdi ki, bu cevap aslında bizlere de yeter tabii ki:

-“Vallahi ey Amca! Sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler, ben bu dâvâdan asla vazgeçmem! Ya Allah beni bunda muvaffak kılar ya da bu uğurda ölür giderim.”

İşte bizlerde de olması gereken şuur. Hele hele Peygamber Varisi olma durumunda olan görevli kardeşlerimiz bunları asla göz ardı etmemelidir.

DÂVÂ ADAMLARI SAVRULUP GİTTİ

Ne yazık ki çoğu zaman dünyalıklar bizleri bir yerlere savurdu. Dâvâ adamları yok olup gitti. Kimi ticarette, kimi siyasette, kimi makam ve mansıpta kayboldu. Nerede bir zamanlar onu savunanlar? Üstad Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Abdürrahim Karakoç ve daha niceleriyle o gençlik yıllarında beraber koşturanlar? Şimdi savunan yok! Ağlayan yok! Sızlayan yok! Nerede dâvâm diyen yok! Ne kadar yazık! Nesillerine sahip çıkacak halleri de kalmadı. Zaten düşmanın istediği de buydu. Allah rahmet eylesin, Aliyaİzzetbegoviç ne güzel bir tespitte bulunmuş: “Düşmanına benzediğin an, savaş kaybedilmiş demektir.” Rabbimiz korusun!

Evet, bir milletin, kendini dâvâsına adayan mücahid ve mücadele adamları olmalıdır.Mücahideleri olmalıdır.Her şehirde, her ilçede, her kasabada, her mahallede… Bol sayıda. Dernekler, vakıflar ya da “vakıf adam” heyecanıyla bu dâvâya kendini adayanlar olmalı. “Adanmış adamlar” olmalıyız. Dünyalık hiçbir gaile olmadan sırf Allah için. Peygamberlerin cevabında olduğu gibi:

-Biz bu hizmet için sizden hiçbir ücret istemiyoruz. “Benim ücretimi, Âlemlerin Rabbi olan Allah verecektir.” (Şuara 109-127-145; Sebe 47)

GERÇEK ERLER UNUTULMAZ

Böylesine erler ise ahirete göçtükleri zaman bile unutulmazlar. Onlara duâlar edilir. Bizim milletimizin dâvâsı öteden beri İSLÂM dâvâsıdır. Bu dâvâyı ardına atanlar ve unutup da dünyaya dalanlar dâvâya ihanet edenlerdir. Çünkü İslâm dâvâsına sahip çıkana Allah da sahip çıkar. Rabbimiz bizleri de onlardan eylesin.

 Şimdi gençliğimiz huzursuzluk içerisinde. İnsan huzuru, Allah’a kulluktan başka yerde ararsa asla bulamaz. Zira Allah (cc); "kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur," (Ra’d 28) buyurur. Dünyanın malı- mülkü- saltanatı onun olsa, kalp Rabbiyle meşgul olmadıkça asla gönül rahatlığını elde edemez. Bunun için de önce Namazlarını kılmalı, diğer ibadetlerini yapmalı ve haramlardan kaçmalıdır. İşte bu, hem dünya hem de ahiret saadetidir. Rabbimiz bizlere ve gençliğimize bu saadeti versin. 

Keşke dünya imtihanlarını kazandırmaya çalıştığımız kadar, çocuklarımıza ahiret imtihanlarını da kazandırmaya çalışsak! Nedir bu halimiz? Neden onları ibadet ehli olarak yetiştirmiyoruz? İyilik adına ne verebiliyoruz onlara? Nereye gidiyor yavrularımız? 5 vakit Namazlarını kılıyorlar mı? Var mı tesettür ve utanma duyguları?

Nereye gitti Allah’ım bunca değerlerimiz? Neden bunlarla gülmez oldu yüzlerimiz?

Ey Allah’ı görmezlikten gelen hain ve zalimler! Bu çocuklara ne yaptınız? Sizi kim yarattı? Sonunuz da ölüm ve toprak değil mi? Neyinize güveniyorsunuz? Hesabınız var biliniz! Gelin Hakk’a kul olunuz! Ebedi hayatınızı kurtarınız!

EN ÇOK KİMİ SEVECEĞİZ? 

Tabii ki Allah'ımızı! 

Ama sevgimizi yaşayışımızda göstereceğiz. 

Sonra da; başta Peygamberimizi, bütün peygamberleri, sıddıkları, şehitleri ve salihleri seveceğiz. Daha sonra ise takvasına göre bütün mü'minleri. 

Kâfir, münafık ve zalimleri asla sevmeyeceğiz. Onlarla beraber olanları da sevmeyeceğiz.

İyiliği emredip kötülükten yasaklamayı terk etmeyeceğiz. Bütün bunlar bizde heyecan derecesinde olacak. 

Durmak yok. Cennet gayret edenleri bekliyor. 

İşte Dâvâmız! O bizi bekliyor, kurtulmamız için.

O halde haydi ona tutunmaya!

Rabbimiz yolundan ve rızasından geri koymasın.

Rabbimiz yâr ve yardımcımız olsun.