Hani diyorsun ya: Bizim ağlayacak bir şeyhimiz yok! Gidip eteklerine kapanıp af dileyeceğimiz bir büyüğümüz yok. Beynimizi uyuşturan dünyanın üzerimize üzerimize gelirken peşi sıra tüm havarilerini toplayıp gelmesi karşısında şeyhlerin dili tutulup, ateşimizi başka dergâhlara havale ediyorlar. Doğru. Senin ateşini, benim yanığımı gören şeyh gözünü küllere dikiyor dostum.

İtiraf etmeliyiz, varıp yaralı insanların yanında duruyor, gözlerinde hikâyesi olanları sessiz hikâyelerine ortak oluyor, bedeli ağır günahları sırtlayanlara destek veriyor, Allah elbet el atacaktır derdine, deyip duruyoruz günahı belini kıranların tam yanında.

Varıp, tuz kokulu, insan kokulu, yaşamak ağrısı sarmış metinleri seçiyoruz. Öyle ferah, aşkın pembesine, devrimin dinlemeyen kuntluğuna, hayatın lolipoplaştırıldığı, acının altın tas içre bala karıştırıldığı metinlere ve sözlere suratımızı ekşitiyoruz. İlla sahici olacak. İlla bir diş gibi ağrıyacak bize dokunan, ulaşan, seslenen, selam veren.

Fark ettin mi bilmiyorum, bize yaklaşanlarda da var o yalnızlığın hem insan sıcaklığı hem vahşi hayvan görmüş ceylan ürkekliği. “Hele ninna olasın!” diyesim geldi şimdi... Niye biliyor musun; “Allah’ından bulasın” diyenler o kadar çok ki... O kadar kalabalık ki dünya. O kalabalıklar içerisinde ne az itiraf ne çok kudretli dil var. Varsın senin dilin pişmanlığa, itirafa, yalnızlığa, Allah’a varıp, sinesine yaslanıp ağlamaya kesmiş olsun. Vallahi boşa değil hiçbir şey, diyesim geldi. Boşa ya da değil; sen ne şeyhin ne yaşam koçunun ne bilirkişilerin ne motivasyoncuların omzuna başını yaslamadığın için boşa değil baş ağrın, kalp ağrın... Senin baş ağrını onlara vermen, aşk geldiğinde umumhaneye kapaklanmaya benzer. Öyle ki bazı kalplerin ağrısı o kalbin anasına yaslandığında diner. Var git Allah’ın kalbinde ağla!

Dedim ya, birbirlerine yaralarını gösteren dağınık bir ümmetiz biz. Peygamber’i (sav) kadar garip, imamı kadar yalnız, kalabalıkların tanrısına inananların hoyratlığı karşısında dağılalım arkadaşlar, cümlesini bir serçe uçuşunda kuracak kadar ürkek. Bak! Güneş, Ay ve yıldızlar orada! Bak, bir vadi var yanı başımızda ve çocuklar ve yalnız ağaçlar serpiştirilmiş adeta misal olsun, mecaz olsun, metafor olsun dercesine. Birden aklıma takıldı: Ne kadar korkmuşsak hayattan, kalabalıklardan, hoyratlıklardan, egemenlerin evrensel ve insani olana saldırılarından, Allah’ın elinin değdiği yeryüzüne şöyle doya doya bakamamışız. Baksak... Belki göreceğiz ırmakların dünyanın yaraları olduğunu. Irmakların nasıl ki yara oldukları halde toprağa can verdiklerini. Yaralarımızın aslında bir tür deva olduğunu. Şimdi diyeceksin ki; “Yaram yârimdir(...) falan filan deme abi!” yok öyle bir tasam. İtirafım şu: Hastalıklı olan ritme uymakmış; uydurulmuş ritme. Sayrı gibi dolandığına bakma, sen hasta değilsin! Ağır ve ağrılı bir kalbin var ve hacamat yapmalısın kalbine; çaren bu pazarda değil!

Bu pazara dostlarımız uğramıyor değil; mesela Şems ile Mevlana ilkin bir pazarda karşılaştılar. O pazarda herkes bir şeyler satmaya çalışıyordu birbirine. Lakin kimse bilmedi o pazarın aslında sırf Mevlana ile Şems karşılaşsın diye kurulduğunu. Kalbi ve beyni ağrıyan adamın uğrayacağı yer aktar değil, pazar değil, şeyhin eteği değil; dostun ayak izinden gitmektir. Bu sebepten o pazarda arama yitiğini. Yüreğine itiraf et; kalbini akbaba gibi gelene verdiğinde göğsünde kan görürsün; kalbini avucuna alırsan, senden de büyük olduğunu görürsün! Senin kalbin büyümüş dostum. Susmalısın. Keramet hâsıl olacak bir şeyhe değil ırmak kenarına gitmeli ve yüzüne su serpmelisin: "Şükür, et alırlar et satarlar dedikleri o pazardan bir nesne satın almadım" diye.

İnsan,  bir damla kan, bin bir keder imiş. Derdin, kederin, hüznün yok ise düşün kara kara... Bari başkasının derdini böl, çek önüne. Dünya yeterince huzur, mutluluk ve rahat vadediyor. “Tek gaye, rahattır” diyenler öldürecek son kanlı canlı insanı.