Yıllar önce bu isimle bir öykü yazmıştım. Eşik. İsimsiz bir kızın üniversite kapısında polis darbı sonrasında delirmesi üzerine bir öyküydü. Hakikaten o kız eşikteydi. Hadi söyleyeyim; 28 Şubat’la ilgiliydi. 28 Şubat mağdurlarının kendilerinden hikâyeleri ve hikâyecileri okumadıkları kabak gibi ortadayken yazılmış bir hikâyeydi. Belki de sırf o kıza saygıdan yazılmış bir hikâye işte. En azından ‘senin eşikte olduğunu görüyorum’ demek istemiştim. O öykünün gerçekle ilişkisi vardı. O gerçekle ilgisi olanların dönüp bakmadığı bir ağıttı işte. Bugün, geriye baktığımızda öykü-kurgu ile gerçek ne kadar da birbirlerine benziyorlar değil mi? Tüm yaşadıklarımız bir öykünün silinmek üzere olan eskizleri gibi oluyor ya bazen…

Evet, bu öyküye ‘bazen’ diyerek başlamayı düşünmüştüm.

Bazen, tam uçurumun kenarındaki bir öykü kahramanının hayatını yazarız. Odamız yerli yerindedir. Masamız, sandalyemiz, müziğimiz, çayımız… Bilcümle yazının tüm destek kıtaları yanımızdadır. Oturur ve bir kızı ya da oğlanı tam uçurumun kenarına getirir, ‘hadi atla!’ diye zorlar, kalemimizi sivriltip o masumu dürtmeye başlarız.

Aziz Françesko’ydu sanırım; ‘Tanrı bir uçurumdur, ne duruyorsun; atla!’ demişti.

Sanırım tam eşikteyim. Bu eşikten ötede ne tanrı var ne de şeytan. İnsan var. Devlet, tüm aymazlığıyla söz vermeler, dostlar, ekmek, umursama ve umursamayanlar, dilini bağlayıp susmalar, etinden kesip yemeler var, uzak bir ülke, yakın ama hiçbir zaman samimi olmayan yoldaşlar, çürüme ve Kazancakis, alt tarafı Hükümdar adlı bir roman yazacaksın ve çocukların yüzü gülsün diye tüm kirleri sileceksin yüzündeki aynadan, aslında içini döken her insan içini temizlemez bilirim ama dertten anlamayana dert anlatmak kadar insanın kendine sapıklığı yoktur ellaham alemde...

Bu öykünün iki kelimesi var, bakmayın uzun bir hikâye yazacakmış gibi söylendiğime.

Bazen eşik kendin olursun. Bazen, eşik…

İnsan kendi eşiğini ne zaman aşar?