Dünyadaki keşmekeşin, mezalimin, adaletsizliklerin sanat yoluyla aşılacağına inanılır, malumunuz. Karanlığın üstesinden sanatla gelebileceğimiz; nefrete, cehalete, kötülüğe karşı sanata sığınarak savaşabileceğimiz söylenir.

Sağda solda “aydınlık” cakası satmanın en klişe taktiklerinden biri, böyle havalı ama içi boş laflar etmektir.

Muhatabın uzmanlık alanına göre de izâfiyet gösterir bu kesin çözümün öznesi. Kimi zaman şiir olur o süper kahraman kimi zaman tiyatro. Bazen sinema, bazen müzik, bazen de resim oluverir. Bir heykeltıraşın kıvrak parmakları dahi, dünyayı kurtaracak bir kudret telakki edilir…

Biz yine, sanat çatısı altında cem’ edelim meseleyi.

Tamam, sanat; dünyayı çekilir kılan ve aynı zamanda çok fonksiyonlu bir silah niteliğine sahip en temel sosyolojik arınma mecralarından biri olabilir. Fakat hangi sanattan bahsedeceğiz? Sanata dair hangi sualleri sormamız gerekiyor?

Meseleye her şeyden önce Müslümanlarca yaklaşalım.

Merhum mütefekkirimiz Seyyid Ahmed Arvasî, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz’de şöyle söylüyor:

Müslüman, kendini bu dünyaya yabancı hisseder. O, adeta gurbettedir ve bütün çırpınışlarıyla kurbet peşindedir.

Yani Yaratan’a uzak düştüğü kanaatini taşır ve O’na yakın olmanın tasasıyla demlenir. Sanat, bu ulvî arayışı ve yüksek kavuşma arzusunu; vasat üstü bir zevk ve ölçüsünü bilen bir üslup ile gönüllere akıtmaktır.  

İslâm sanatkârı, eserde müessiri arar. Fânide Bâki olanın izini sürüp, kesret içinde vahdeti yakalamak ister. Felsefenin haybeye arayıp bulamadığı hakikat, İslâm sanatının kurucu unsurudur. İslâm sanatçısı, hakikatin söze ve şekle sığmayacağını; en güzel söz ve en güzel şekil ile anlatmaya çalışır. Kelimeyi kelimeyle aşar, biçimi biçimle kıstırır. Hegel’in aklı, “(ide)’nin kendinden başka uygun şekli yoktur” diyecek kadar erer bu işe. Ruskin’i “sanat ibadettir” derken buluruz…

Sanat; aklı, tekniği ve ilmi kendine dost edinen bir kabiliyetin mahsulü kuşkusuz. Fakat yalnız bu donanımla zirveye ulaşması zor. Zira ilim, teknik, akıl ve kabiliyet; estetik dehaya yükselecek duygu merdivenlerini çıkmaya takat getiremeyebilir. “Güzel”i elde etmek müşküldür. Bu yolun azığı; düşünmekten öte hissetmek, bilmekten ziyade sezmektir. Neticede sanat, akıldan çok kalbi doyuran bir tecrübedir. Batı’nın bazı cins kafaları dahi bu tecrübenin ancak “vecd” hâlinde ortaya çıkabileceğini söyler. Başka bir deyişle, bizi “güzel”e kavuşturan esas saik; aklı aşan gerçeklerin akıl dışı yansımalarıdır. Bir istiğrak, bir kendinden geçme hâli… Nitekim XIX-XX. yüzyıl Fransasında sosyolojik estetik üzerine epey düşünen Charles Lalo’nun bir sanatkâra bakarken gördüğü; felsefe yahut bilim ile uğraşan muhakemeci bir zihinden çok, üstüne yağan ilhamlarla beslenen vecd hâlinde bir kalptir…

Velhâsıl sanat, asıl itibarıyla aşkın ve gönlün mevzuudur.

Fuzulî ise Mecnun ve Ferhad’ı topa tutarak, sanatın gayesini ve sınırını şöyle bir kontekst bünyesinde bize betimler:

Olsaydı mendeki gam Ferhâd-ı mübtelâda

Bir âh ile verürdi min Bîsütûn'u bâda

Verseydi âh-ı Mecnân feryâdumun sadâsın

Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvada

Ferhâd’a zevk-i sûret Mecnûn'a seyr-i sahrâ

Bir râhat içre her kim ancak menem belâda

(Bîsütun dağına Şîrin'in resmini çizmek isteyen Ferhad, benim kadar kederli değilmiş ki dağı delmeyi beceremedi. Bendeki gam, Ferhad’ın kazma kürek ile yapamadığını bir âh ile yapardı. Mecnun desen, zamparanın teki. Sevgili’nin kapısından ayrılıp sahrada volta atar oldu. Bendeki dert onda yeşerseydi, kafasına kuş yuva kurmazdı. Benim huzursuzluğum kuşu da rahatsız ederdi. Heyhat, onlar değil, benim bela içre olan. Zira benim yâr bildiğim tasvire sığmaz ve mekândan münezzehtir.)

İslâmi tefekkürde sanat hudutlarını, sanat istidadının varabileceği son noktayı da böyle açıklayabiliriz belki.

Dengeyi şaşırmamak, araç olanı amaçlaştırmamak gerekiyor yani.

Nasipse haftaya devam edelim…