Bir insanda tarih şuuru yoksa dün ile bugünü mezcetmesi imkânsız hâle gelir. Oysa devamlılık ilkesi mucibince önceki yaşantıların bugüne yansımalarını, artı ve eksilerini tahlil ederek ilerlemek durumundayız. Böyle bir geleneğimiz olmayınca kavramlarımızı veya kelimelerimizi her nesilde yeni baştan bina etmek zorunda kalıyoruz. Hâliyle hem zamanımızı hem de enerjimizi kısır bir döngüde harcamış oluyoruz. Hele ki iletişim çağında dünyaya gelen nesillerin düne dair neredeyse hiçbir şey bilmek istemediklerini görüyoruz. Yakın tarihimizi bilmeden bugünü yorumlamamız ve yarına dair sağlam bir basamak edinmemiz de zorlaşıyor.

Türkiye’de düşüncenin serüveni asker postalı ile Batılılaşma hevesine kapılmış sözde aydınların arasında gidip gelmiştir. Otokrasi bu sürecin belirleyici kavramlarından biridir. Bu durum “Ölümlerden ölüm beğen” sözüyle özetlenebilir. Milletin düşüncesinin, inancının, kanaatinin önemsenmediği uzun yıllar boyunca “millet adına”, “milletin iyiliği için” hep başkaları karar vermiştir. Yukarıda bahsettiğimiz cuntacılarla sözde aydınların karşıt kutuplarda yer aldığı zannedilmemelidir. Bu ülkede yakın zamanlara kadar son söz her zaman güç sahiplerinin; yani cuntacıların elinde olmuştur. Sözde aydınlar ise her seferinde bu cuntacıları en önde alkışlayan mutlu azınlık arasında yer almıştır.

Kurtuluş Kayalı bu klasik “aydın” tipini şöyle anlatır: "Türk aydınının belirgin özelliklerinden biri bürokratik bir rolün gereği olarak düşünmektir. Bunun en bariz göstergesi de aydının her dem yaşadığı siyasal pragmatizmdir." Zamana ve zemine göre hakikatlerin eğip büküldüğü cunta zamanlarının başkahramanları her zaman asker ve sözde aydınlar olmuştur.

Şükür ki son 20 yıldır milletin sesini sahiplenen, cuntacılara karşı gerekli cevabı korkusuzca dile getiren bir dönem yaşadık. Bu 20 yılda bile sayısız darbe girişimi, itibarsızlaştırma ve dezenformasyon ile karşılaştık. Yaşadığımız acı olaylar bu ülkede hâlen düşünce ve fikir hürriyetinin önündeki görünmeyen engellerin kalkmadığını gösteriyor. “Görünmeyen engel” den kastımız düşünce ve inanç özgürlüğünü içselleştirememiş, çoğunluğun arzularını hor gören zihin yapısının tamamen ortadan kalkmamış olmasıyla ilgilidir.

1970’lerden itibaren ülke gündemine giren Siyasal İslam’ın milletimize sunduğu en büyük kazanım düşünce kalıplarını yıkarak karşısındaki kitleyi anlama çabasını getirmiş olmasıdır. Henüz 20 sene önce dağa taşa “Orduya sadakat namusumuzdur” yazan süreçten “Millete sadakat namusumuzdur” noktasına gelmiş olmamız bunun örneklerindendir. Bugün itibariyle milletin ekseriyetini oluşturan muhafazakâr ve mütedeyyin kesimleri dikkate almadan bu ülkeye dair plan yapmanın hayal olduğu anlaşılmıştır.

Merhum İdris Küçükömer 1970’lerde bugünü öngörmüş ve şöyle demişti: “Türkiye'nin ilericileri ‘sağ’ cenahta görülen geniş İslamcı halk kitleleridir. Onlara bu niteliği kazandıran, onların değişmeye ve gelişmeye, dönüşmeye açık olan sosyal, ekonomik istekleridir. Bu istekler üretim güçlerini geliştiricidir, toplumdaki monolitik iktidar yapısını çatlatıcı ve çoğulcudur.” Güçlü olanın haklı olduğu yıllardan haklı olanın güçlü olduğu bugünlere gelmek elbette kolay olmadı. Bugünkü nesillerin bu zorlu yolculuğun duraklarını bilmiyor oluşu geleceğimiz adına en büyük endişelerimizden biri olmalıdır.

Harf İnkılabı bizim düşünce serüvenimizdeki en büyük kırılmalardan biridir. Bakın Cemil Meriç bu konuda ne demiş:  “Bu milletin bütün kütüphanelerini yaktılar. 1929′da ilk mektebi bitiren nesil kendini bir çöl ortasında buldu. Yeniden başladı alfabeye ve ölünceye kadar alfabede kaldı. Sonraki nesiller hep aynı yokluk, hep aynı sefalet içinde çırpındılar. 1929′da okuma-yazma bilenler 1930′da analfabet durumuna düştüler. Ve kendilerine zorla kabul ettirilen, dili çelik bir korse gibi, bir Çinlinin ayakkabısı gibi, ezip büzen bu yabancı harflere hiçbir zaman ısınamadılar. Yeni nesiller ise on, on beş yılda şişirilen, sözde milli bir kütüphane buldular. Her maskaralığı alkışlamaya zorlanan ve bu şakşakçılığı bir refleks, bir insiyak gibi uzviyetlerine sindiren şamar oğlanı burjuvazi! Evde babasından duyduğu Türkçeyi konuştu, okumaktan vazgeçti yahut Ulunay’ı, Burhan Felek’i, Vâ-Nû’yu okudu. Bu burjuvazi yabancı dil bilmez, kendi dilini bilmez, ufuksuzdur, mâzisizdir, istikbalsizdir, bir cenin-i sâkıttır.”

Düşüncemizin serüveni işte bu darbeden sonra uzun süre toparlanamadı. Her şeye rağmen mazinin ihtişamı ile milletimizin irfanını sırtında bugünlere taşıyanlar bir avuç mütefekkir oldu. Mehmed Akif, M. Fuad Köprülü, Yahya Kemal, Hilmi Ziya Ülken, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ali Fuat Başgil, Mehmed Zahid Kotku, Said Nursi, Nihat Sami Banarlı, Samiha Ayverdi, Süheyl Ünver, Cemil Meriç, Erol Güngör, Osman Turan, Sezai Karakoç ve İsmet Özel bu altın silsilenin öne çıkan isimleridir. Biz onlar sayesinde uçurumun kenarındaki bir dala tutunabildik. Halen de tam olarak buradan kurtulabilmiş değiliz. Geleceğe ümitle bakabilmek için en azından düşünce serüvenimizin bu ana sütunlarını okumak ve bilmek durumundayız. Çünkü bugünü anlamanın yolu dünü tanımaktan geçiyor. İşte biz buna “tarih şuuru” diyoruz.