Tarihçilerin önemli kısmı tarih bilimini “Braudel’den önce” ve “Braudel’den sonra” diye ikiye ayırır. Bunun sebebi, tarih yazımında Braudel ile gelen devrim niteliğindeki değişikliklerdir. Tabiri caizse Braudel’den itibaren tarih kitaplarının kahramanları da konuları da sil baştan değişmiştir. Daha önce kralların, padişahların, komutanların veya savaşların belirlediği tarih anlayışı yerine sıradan insanın, coğrafyanın ve ekonominin kahramanı olduğu yeni bir tarih anlayışı ortaya çıkmıştır.

Fernand Braudel (24 Ağustos 1902– 27 Kasım 1985) Fransa’nın 20. yüzyılda yetiştirdiği en önemli isimlerin başında gelmektedir. Braudel, 1923’te Sorbonne Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olduktan sonra, 1924-1932 yıllarında Cezayir’de; 1932-1935 yıllarında Paris’te liselerde Tarih öğretmenliği yaptı. 1935’te Brezilya’ya giderek San Paulo Üniversitesi’nde çalışan Braudel, 1937’de Fransa’ya dönerken gemide Annales ekolünün de kurucusu olan ünlü tarihçi Lucien Febvre ile tanışmış ve dost olmuştur. 1940’ta, Almanlar Fransa’yı işgal edince, o sırada asker olan Braudel esir düşmüş ve savaşın sonuna kadar bir Alman askeri hapishanesinde kalmış; bu sırada da Febvre’nin gönderdiği birkaç kitap dışında, hiçbir kaynağa başvuramadan “II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” adlı devrim niteliğindeki tezini yazmıştır.

Annales okulu Strasbourg Üniversitesi tarih hocalarından Lucien Febvre ve March Bloch tarafından 1929 yılında kurulmuştu. Bu okulun farklılığı “Bütünsel Tarih Anlayışı”na göre hareket etmesiydi. O zamana kadar tarih biliminde egemen olan anlayış geleneksel anlayıştı. Bu anlayış olayları merkeze koyup toplumun ve insanların tarihini değil; bunun aksine büyük adamların ve tekil olayların tarihi üzerindeydi. Bu tarz tarih yazımı insanları ve toplumlarını pek çok yönden göz ardı eden bir anlayıştı. Annales Okulunun karşı çıktığı tam olarak buydu. Onlar bu tarih anlayışından uzaklaşıp toplumları, insanları, çevreyi içine alan ve gelenekselcilerin geri plana ittikleri unsurları da ön plana çıkartmaya çalışacaklardı. Fernand Braudel işte bu yeni tarih anlayışının en etkili eserlerini yazan tarihçi olarak kayıtlara geçmiştir.

Immanuel Wallerstein onun hakkında şöyle yazmıştır; “Fernand Braudel talihi yakalayan bir insandı, bir kere değil, fakat karşısına çıkarıldığı her seferinde. Bir kişi şans eseri dünya sosyal biliminin önde gelen bir şahsiyeti haline gelmez. Ancak talihi yakalamak yalnızca yakalama istencini değil, [aynı zamanda] yakalanacak talihi de gerekli kılar. Yakalanacak talih, konjonktürde yer alır ve konjonktürü değerlendirmek için, bizim onu yapı içine yerleştirmemiz gerekir.”

Braudel için İbn Haldun’un 20. yüzyıldaki gölgesi tabirini de kullanabiliriz. Müslümanların tam olarak anlayamadığı İbn Haldun’un eserlerini özümseyerek yeni yorumlara taşıyan kişi Braudel olmuştur. Başta “Akdeniz Dünyası” olmak üzere tüm eserlerinde yer alan ince ayrıntılar, coğrafi kayıtlar, ekonomik veriler, salgınlar ve demografik değişimler Braudel’in okunmasını zorlaştırsa da alanın müdavimleri için tarifi mümkün olmayan açılımlar sağlamıştır.

Bizde Mehmet Fuat Köprülü aracılığıyla tanınan Annales Okulu Türk tarihçiliğine de damgasını vurmuştur. Ömer Lütfi Barkan, Mustafa Akdağ, İbrahim Kafesoğlu, Halil İnalcık ve Kemal Karpat gibi isimler bu okulun yöntemlerini kullanan tarihçilerimizden bazılarıdır.

Fernand Braudel’in ve Annales Okulunun tarih anlayışı üç temel ilkeye dayanıyordu:

1- Olaylardan oluşan geleneksel tarih anlatısının yerini sorun odaklı analitik bir tarih anlayışı almalıdır.

2- Temel anlamda siyasete eğilen bir tarihin yerine insan faaliyetlerinin bütününe eğilen bir tarih geçmelidir.

3- Bu iki amacın gerçekleştirilebilmesi için, tarihin dışındaki diğer disiplinlerle işbirliği yapmaya önem verilmelidir.

Braudel bu üç ilkeyi şöyle özetler; "Bana göre tarih, mümkün tüm tarihlerin toplamıdır -dünün, bugünün, yarının doktrinlerinin ve bakışlarının bir koleksiyonu-. Bana göre en büyük hata, bu tarihlerden birini, diğerlerini dışta bırakacak bir şekilde tercih etmektir."

Braudel’in kitapları ülkemizde 1990’lardan itibaren yayımlanmaya başlanmış ve neredeyse tüm kitapları Türkçeye çevrilmiştir. Buna rağmen Türk tarihçiliğinde beklenen gelişimin sağlandığını söyleyemeyiz. Bugün itibarıyla sosyal bilimler sahasında en geride olduğumuz dal tarihtir diyebiliriz. Yukarıda saydığımız isimlerden sonra bu alanda öne çıkan bir isme rastlanmaması bunun delillerindendir. Her ne kadar dünyada Braudel’in tarih yaklaşımı aşılmış olsa da Türk tarihçiliği bakımından daha pek çok imkânı barındırdığı açıktır. Braudel’in vefatının yıl dönümünde bu yazımızın Türk tarih yazımının sorunlarını yeniden düşünmemize vesile olur diye ümit ediyorum.