Öyle inanıyorum ki pek çok insan; “Nasıl oluyor da insanlar, dahası yalanın sahipleri yalana bu kadar iman ediyorlar” diye kendine soruyor…

Gerçeğin farkındakiler ve mukayese kabiliyetini yitirmemiş olanlar için durum farklı olsa da “yalana iman” izahı mümkün olmayan, şaşılacak, tarihte izi sürülemeyecek gizemli bir konu değil…

Zira son yıllarda keşfedilen insan beynindeki inanma merkezinin çalışma şekli, konuyu çok daha anlaşılır kılıyor artık…

Allah’a iman eden ya da kendi eliyle bir ağaç parçasından yaptığı toteme tapan iki ayrı insanın beynindeki inanma merkezinin aynı şekilde çalıştığı tespit edilmiş…

Bu, her ikisinin de duygusal olarak aynı tatmini yaşatacak bir imana erişebileceğini gösteriyor…

Aksi halde bir tahta parçasından yapılmış Buda’ya ya da maymuna, fareye tapan bir Hindu’nun o uğurda her şeyinden vaz geçişini, nirvanaya ulaşmak için “ölümden önce ölüşünü” izah edemeyiz…  

Akıl ve kalp ilişkisi doğru zeminde ilerleyemediğinde delillerin, etrafta cereyan eden hakikat emarelerinin de bir anlamı olamıyor ne yazık ki…  

Dolayısıyla böyle bir akıl için ilahi kaynakların sunduğu delillerin hükmü de işleyemez hale geliyor…

İşte yalanlar da belki sadece bizim gibilerin mukayese ederek fark ettiği şeyler iken bazıları için delil bile kabul etmeyen “kör bir iman” seviyesindedir…

İnsanın inanma ihtiyacını karşılamak için başvurduğu bilgi kaynakları da bellidir…

İlahi kaynaklar, ilim ehlinin ortaya koyduğu akli çalışmalar temel olması gerekirken, bunları bir kenara bırakan bir akıl, kendi aklının girdabına kapılarak vehimlerini kendine kaynak olarak kullanmaya başlar…

İnanma ihtiyacının fıtri olduğu gerçeği, insan hayatında her daim isbât-ı vücûd ettiğine göre bazılarının bu ihtiyacını vehimleriyle telafi ettiğini düşünmek yanlış olmayacaktır… 

Zira bir putperestin kendi eliyle yaptığı puta imanı ve onun uğrunda -gerekirse- canını bile ortaya koyabilme hali ile bir zihnin ürettiği yalana imanı arasında ciddi bir ilişki olduğu kanaatindeyim…

İktidar uğruna söylenen ve uğrunda insan hayatının, onurunun hiçe sayıldığı yalanların “iman” boyutu üzerine çok kafa yordum…

Bunun üzerine çokça yazı kaleme aldım…

“Mitomani” dedim; ama sonra bunun, yalancıyı masumlaştıracak bir özür durumu olduğuna kanaat getirdim ve vazgeçtim…

Oysa yapılan şey “taammüden” yani bile isteye idi…

Geldiğim noktada bu sınır tanımaz, soğukkanlı, uğrunda fedailik bile yapılan, devleti, hukuku tanımayan yalancılığın; gözlerini bütün hakikatlere kapatmış, vehimle ürettiği yalanlarını imana dönüştürmüş bir duygusallığın ürünü olduğunu düşünmeye başladım…

Daha üzerine çokça düşünülmesi de gerekiyor…

Yalanların, iman edenleri eliyle hayatı esir almaması için batıl bir inancın totemi gibi muamele görmesi gerekiyor…

Zira yalanlar da bir totem gibi inananlarına aksiyon kazandırıyor ve hakikate saldırtıyorlar…

Bu aksiyon karşısında hakikatimizi korumayacak mıyız?