Dünya gün geçtikçe bir cenk meydanına dönüyor ve dönüşüyor bence. Belki eskiden de böyleydi ve ben farkında değildim. Büyüdüm ve dünyam da değişti belki. Ve değiştikçe de kıymetsiz, sessiz bir hal aldı. Yani ucuzladı, bayağılaştı, kusurları çıktı ortaya. Hani biriyle ne kadar çok beraber olursanız o kadar fazla hatasını, kusurunu, eksiğini görmeye başlarsınız ya; öyle bir şey sanırım.

Ziya Paşa ne güzel söylemiş;

Aldanma rengine felek eski felektir

Zira feleğin meşreb-i nâ-sâzı dönektir

İnsan önceleri başkalarının seslerini duyuyor hep ama büyüdükçe kendinin de bir sesi olduğunu ve onun da duyulduğunu fark ediyor. Ama bu bir keşif ya da bir buluş değil ki. Olamaz da muhakkak ve elbette herkesin hissettiği şey bu. Yani şairin dediği doğru; dünya eski dünya, bizim yürüdüğümüz yollardan yürüyen, bizim geçtiğimiz yerlerden geçen herkes için eski…

“Ama” diyor insan kendi kendine “dünyanın bu haline meydan okumak istiyorum.” İstiyor gerçekten. Pek çok kötüyü görüp durdurmak için bir meydan okumaya düşürüyor zihnini. Gücünün yettiği ne varsa oradan çıkıyor önce meydana. Kimi yazıyor kimi kızıyor ama yapıyor bir şeyler. Kendince ve kendi kadar da olsa bir savaşa tutuşuyor dünya ile. Birilerinin devam ettirmesine muhtaç bence bu meydan okuma. Zira burası dünya ve burada işler hep yarım kalıyor.

Ustada kalırsa bu öksüz yapı

Onu sürdürmeyen çırak utansın

Ve belki de bu yüzden, bence usta sadece çırak değil kendini devam ettirecek ve belki de tamam ettirecek birini arıyor.

Bu da bir çeşit meydan okuma işte. Aramak, bulamasan da aramak. Vazgeçmeden aramak… Ama kendi kendime de soruyorum hep. Nasıl olacak da bunca yıllık dünyaya meydan okumaya yetecek gücümüz?

Sonra bir cümle sarsıyor beni. Ölü bir adam benim soruma cevap veriyor. Kim demiş ölüler konuşmaz diye? Yalan!.. Ölüler de konuşur... İşte bak Nuri Pakdil bir yerlerden çıkıp da cevaplıyor benim sorumu;

“Kitap okumadan meydan okuyamazsınız…”