Emanetçisi olup da elimizin altında bulunan makâm-mevki, rollerimiz, ilişkilerimiz, ekonomimiz ve daha çok da eş ve çocuklar söz konusu olduğunda ortaya çıkan bir durumdur sahiplenmek. Ne zaman “Artık benim oldu” anlayışı bizde oluşsa, sahiplensek; biz farklı birine dönüşüyoruz. Keyfimize göre davranmaya, aklımıza eseni esirgemeden söylemeye ve sahiplendiğimizi istediğimiz kalıba sokmaya çalışıyoruz. “Benimsin” dediğimize özenmiyor ve kendimizi frenlemiyoruz daha doğrusu buna gerek görmüyoruz. Çünkü onu elde edinceye kadarki çabamız işe yaramış, elde etmişizdir ve artık “O bana aittir ve ne istersem ona göre davranabilirim” mantığıyla hareket ediyoruz.

Bizim olduğunu varsaysak bile daha özenli davranmamız gerekmez mi?

Bana göre burada iki tane sıkıntı var. 1. Emanete emanet olmasının hakkını vermeyip, haddimizi aşıp, sahibinin istediği şekilde davranmıyoruz. Zarar görmemesi için dikkat etmiyor, duyarlı davranmıyor ve özenli bir ilgi göstermiyoruz. İlâveten, bunun hesabı sorulmayacak gibi davranıyoruz. 2. Olarak da kendimize değer vermediğimizin bir ifadesi olarak, “Benim” dediğimize bile onu koruyacak ve geliştirecek bir tutum içinde değiliz. Bu ikisinin de yapılmasının aslında hiçbir haklı mazereti olamaz. Burada görüyoruz ki inancımız ve bizi doğru davrandıracak bilgimiz sözlü ikrar düzeyinde kalmış ve en yakınımıza hatta sevdiğimizi söylediklerimize bile yanlış davranmamıza engel olacak yeterlilikte değil.

Sahiplenmemizin hayatı yaşanılmaz kılan başka fotoğrafları

Makâmımızı sahiplenip onun bize hissettirdiği duygularla hayata bağlı isek işten emekli olunca hayattan da emekli oluyoruz. Kendimizi öyle bir dağıtıyoruz ki cümle âlem bir araya gelse toparlayamıyor. Hep yaşanmış hatıralarla avunup içe dönmüş ve coşkusunu kaybetmiş bir şekilde, başka bir işe de girmeden ömrümüzü mutsuz ve verimsiz bir şekilde geçiriyoruz.

Sadece bir arkadaşa sıkı sıkıya bağlanıp, başka kimseyle yakın olmadığımızda, o arkadaşlık bitince, yıllarca onun sarsıntısını üzerimizden atamıyoruz.

Eşimizi sahiplendiğimizde, her hareketini eleştiriyor ve kendi kontrolümüz altında olması gerektiği inancıyla Allah’ın (c.c.) izin verdiği hususlarda bile eşlerimize izin vermiyor, sıkıntı yaşatıyor ve bunda da kendimizi haklı görerek savunuyoruz. Ne zaman ki kaybetme riski söz konusu olmuşsa, işe o zaman risk geçinceye kadar derin pişmanlıklar yaşıyor, özür dileyerek gönül alıyor, sonra da risk durumu geçince yine eski hâlimize dönüyoruz.  

Çocuklarımızı sahiplendiğimizde “Saçımı süpürge ettim diyerek”, bizim istediğimiz dışında davranma hakkını elinden alıyoruz. Çocuklarımız evleniyor ve biz bir türlü onun artık yetişkin bir birey olduğunu ve kendi hayatını kendisinin düzenlemesi gerektiğini kabul edemiyoruz.

Benim” dediğimiz ve varlığına sıkı sıkıya sarıldığımız bir evi ve eşyayı ve hatta içinde yaşadığımız dünyayı da bırakamıyoruz. Burada, hicret ederken mü’minlerin nasıl hicret ettiklerini hatırlamamız gerekiyor.

Velhasıl, sahiplendiğimiz her şey kimyamızı bozuyor. Belki de Allah’ın (c.c.) “Benim” dediğini sahiplenmiş olmanın bereketsizliği ve bedeli de olabilir bütün bunlar. Öyleyse, emanete emanet değeri verip, sahibine hesap vereceğimizi hep aklımızda tutacak akıl olgunluğuna, İlme ve ahlâka acil ihtiyacımız var. Sen bize yardım et Rabbim (c.c.).