Uzun bir süre uykuda kalmış bir milletin uyanmaya başladığını gösteren en önemli emare, artık “düş”lerini anlatmaya başlamasıdır…

Açıkça itiraf edelim şu gerçeği: Uzun bir dönemdir kendi zaferini yazmaktan aciz nesiller olarak, tarihin zafer sayfalarını karıştırdık hep…

“Bu yanlıştı” demiyorum…

Kendimizi iyi hissetmek, manevi açıdan moral toplamak için bunlara hep ihtiyaç vardı ve olacaktır; yalnız önemli bir fark var burada; o da, güçlü bir torun olarak dedemizin zaferini okumakla, zayıf torun olarak okumak arasındaki derin ayrıntıdır…

Karl Mannheim yanılmıyorsa eğer, bu durumu şöyle ifade ediyor: “Toplumlar aşırı yükselme ve aşırı çöküş dönemlerinde geçmişlerini daha çok merak ederler…”

Fakat her iki durumdaki merak, farklı gerekçelere dayanır; yükselenler “Ne kadar köklüyüz” demek, çökenler de kaybettikleri yollarını bulmak için “Biz nereden gelmiştik” diyerek dalarlar tarihin sayfalarına…

Kendi hikâyesini yazan toplumlar ya da liderler, diğer toplumların onlardan ve zaferlerinden bahsettiklerinden artık emindirler ve bunun için ayrıca bir çabaya da girişmezler…

Bunun en güzel örneklerinden biri Osmanlı’dır…

Henüz bir cihan devleti olmadığı dönemlerde, ne kadar büyük bir soydan geldiğini sürekli vurgulamak adına şecereciliğe (soy ağacı) çok büyük bir önem vermiştir…

Fakat İstanbul’un fethinden sonra her şey değişmiş ve Osmanlı’nın kendini dünyaya anlatma çabası yerini Osmanlı’yı anlamak isteyenlere bırakmıştır…

Zayıf bir toplum tıpkı elden ayaktan düşmüş bir insan gibidir; güçlü zamanlarına ya da atalarına sığınır ve onları ballandırarak anlatır…

Bu durum zayıf bir toplum ya da yaşlı biri için hoş görülebilir belki, ama genç, dinamik ve güçlü için ne kadar da yüz kızartıcıdır…

Hareketleri, edip-eyledikleri konuşan birinin, dili daha sakindir; olmalıdır da…

Zayıf bir devletin “barış” çağrısı ile güçlünün ki aynı şeye tekabül etmez; tıpkı adalet çağrısında aynı olmadığı gibi…

Zalimin gücünü dengeleyecek bir gücünüz yoksa yapılan şey “barış dilenciliği”dir…

Fakat zalime galebe çalacak bir gücünüz varken -bırakın dilenmeyi- barışı da, özgürlüğü de söke söke alırısınız; gerekiyorsa tabi…

Düşlerimizi anlatmaya başladığımıza göre uyanıyoruz hamd olsun; zira epey uzun bir uykunun bir o kadar da düşü olmalı…

Asla “kardeş” kabul etmeyen devlet gerçeği, hiçbir devlete, başkasından aldıklarını altın tepsiyle geri verdirmedi…

Ancak -gücü nispetinde- alabilenler aldı; ama masada, ama savaşta…

Hele de Batı’dan aldıklarını geri vermesini beklemek, hiçbir tarihsel hakikate uygun düşmez; çünkü bu, kodlarında yoktur onların…

İskender Asya seferinde Hindistan’a ulaştığında bir Hintli ona; “Elimdekilerin yarısını sana vermeye razıyım” dediğinde, İskender ona -tam da hâlâ yaşayan bir Batı’lı zihniyetin atasına yakışır cinsten– bir cevap verir: “Ben buraya sizin verdiklerinizi almaya değil, almadıklarımı size bırakmak için geldim…”

Artık bu adalete sığınacak değiliz elbette…

Suriye’nin kuzeyinde, Libya’da, Akdeniz’de, Azerbaycan’da yaşananlar, kalkınmaya dönük hamlelerimiz bütün zorluklara rağmen uyanışın açık işaretleridir…

İyi uyuduk/uyutulduk; artık uyanma ve düşlerimizi dostlarımıza, gelecek nesillerimize anlatma zamanı sanırım…

Artık ayaklarımızı yerden kesmeden, hamasete sarılmadan gerçeklerle yüzleşmek ve yürümek zorundayız…

Güçsüz devletler halklarını mitolojilerle yüreklendire dursun, biz artık gerçek hikâyelerin kahramanı olayı seçelim…

“Karabağ Zaferi” sadece Azerbaycanlı kardeşlerimizin zaferi değildir; zira tıpkı Türkiye’nin başarılarının sadece Türklere ait olmadığı gibi…

“Değil” diyorsanız deneyin bakalım; birbirinden ayırdığınızda, bugün ki toplama ulaşabilecek misiniz?